16 Şubat 2013 Cumartesi

BİR FİLMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI




Zaman zaman korkma ihtiyacı duyarım. Kanal kanal dolaşıp, korku filmi ararım. Elbette bol kanlı, vurdulu-kırdılı gerilim filmlerini bu kategoride saymıyorum. Daha çok bilinmezlik ve gizem dolu olayların işlendiği film türlerinden gideriyorum adrenalin ihtiyacımı. İşte bu nedenle, hafta sonu çok reklamı yapılan, Şeytan Çarpması adlı filme gittim.
Şeytan Çarpması, Katolik Kilisesi’nden Rahip Moore’un, ihtimaller üzerine kurulu bir hukuk davasını anlatıyor. Tabi bu arada onun avukatlığını yapan, agnostik* bir avukatın hem kendisiyle hem de davayla ilgili mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Filmin iki iletisi var seyirciye: Rahip Moore Emily’nin hikayesi ile Katolik Kilisesi’ne ilgiyi arttırmak istiyor, avukat ise; Moore’un inançlarını kabul etmeyebilirsiniz ama işini iyi yaptığını kabul etmelisiniz diyor. Bir de Emily’nin ellerinde oluşan stigmata*... Bu da izler kitleyi mucizelere inanmaya çağırıyor... Filmin geri kalan bölümü ise gerçekten insanı korkutuyor.
Aslında derdim bir film eleştirisi yazmak değil...
Konum, bir cemaatin, Katolik Kilisesi cemaatinin, son dönemlerde Amerika’daki faaliyetlerinin hangi noktalara ulaştığı ve bizim ülkemizde de bu rüzgârın nasıl estiği ile ilgili.
CNBC-E televizyon kanalını izliyor musunuz bilmiyorum ama ben bu kanalı sıkça izliyorum. Dizilerinde işlenen konular, insana özgü duyguların yapmacıksız, yalın bir anlatımı... Sorgulanan yaşamlar, kafa karıştıran iç yolculuklar... Kısaca insana dair her şeyi bulabilirsiniz bu dizilerde. Hele de NİP/TUCK...
Geçenlerde, bu dizide, ellerinde oluşan stigmatadan kurtulmak istediğini, bunun için estetik olmak için doktora geldiğini söyleyen bir genç kızın konu edildiği bir bölüm vardı... Bu kız basit bir fahişe olduğunu ancak sığınacak bir yeri olmadığı için kilisede kaldığını ve bu yaraların rahibe tarafından kutsal bir işaret olarak tanıtıldığını, kendisinin azize gibi gösterilerek kursun devamının sağlandığını söylüyordu. Yalancılığı onu rahatsız ediyordu. Ama bir kez azize ilan edilmişti ve tüm hastalar, ondan şifa bekliyordu. Rahibe bu durumdan memnundu. Çünkü kiliseye olan ilgi artmıştı ve bunun sürmesi gerekiyordu...
Dizinin tamamını anlatmak niyetinde değilim... Ama kızın yalancı olduğu, yaraların ise rahibe tarafından kutsal kitaba uygun olarak yapıldığı ortaya çıktı.
Sonuçta herkesin aklı karıştı, hiç kimse neye inanacağını, neyin doğru olduğunu irdelemeye başladı.
Bundan sonra Amerika’da, başını Katolik Kilisesi’nin çektiği ve tüm muhafazakarları etrafında toplayan bir hareket başladı. Ve CNBC-E televizyonu nation blinding company (ulusu körleştiren şirket) olarak topa tutuldu. Elbette bunu yapanın da Yahudiler olduğunda karar kılındı. Ve yine yeniden bir Yahudi düşmanlığı körüklenmeye başlandı.


Bakınız ülkeler arasındaki dengelere... Bizim ülkemizin bazı aydın geçinenleri de Amerika’nın Katolik Kilisesi gibi bir Yahudi düşmanlığını nasıl hayata geçirmekteler.
Adı şöyle olanlar Sebataycı, soyadı böyle olanlar Yahudi dönmesi...
Ve yine onların ifadesine göre Türkiye’de 2,5 milyon Yahudi dönmesi var ve ülkemizi satmaya çalışıyorlar... Ülke elden gidiyor...
Böylece, iddia edilen sayıdaki kişi hedef tahtası durumuna getirilmiş oluyor.
Şimdi söyler misiniz hangisi doğru?
Rahip Moore mu, Agnostik avukat mı, Katolik Kilisesi’nin nation blinding company tanımı mı, yoksa bizim bazı aydınların 2.5 milyon kişiyi hedef göstermesi mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun, bakar mısınız hangi kesimler benzer olaylarda benzer tavırlar alıyor?
Rota nereye olursa olsun sanırım insanlık her şeye rağmen kendini arıyor...



* İnsanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Agnostisizm hem bir terim , hem de felsefi kavram olarak Thomas Huxley tarafından ortaya atıldı. Huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur  ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.
* Hristiyanlık inancına göre Stigmata denen bu yaralar Hz.İsa'nın çarmıha gerilirken
vücudunda açılan yaraları temsil etmektedir.

15 Şubat 2013 Cuma

“Çinli Prenses”




Bize öğretilen tarih bilgileri içinde yer alan ve bana önceleri çok saçma gelen bir kuram vardı: “Çinli Prenses”
Tarihte bilinen ilk Türk Devleti’nden tutun da, Anadolu Selçuklu Devleti’ne kadar hemen hepsinde, devleti yıkan en önemli unsur olarak bir prensese işaret edilir.
Savaşa çıkan Türk birlikleri, düşman topraklara yaklaşır. O gece dinlenilecek, ertesi gün zafer kazanılacaktır. Çadırlar kurulur, yeminler edilir, ordu dinlenmeye çekilir.
Fakat o da ne?
Orduya bizzat komuta eden sultanın çadırına gece kimseye görünmeden bir prenses girer. “Çinli prenses”ten başkası değildir bu.
Ertesi gün savaş kaybedilir tabi.
Hatırladınız değil mi?
Bu kuram daha sonraları her yenilgiyle biten savaş sonrası, “Çinli Prenses”in değişik bir versiyonu ile yeniden üretilmiş. Baltacı Mehmet Paşa ile Katerina’yı hatırlarsınız…
***
Nereden aklıma geldi bu konu dersiniz?
Neden olacak, kadına uygun görülen konumdan tabi.
Klan döneminden tutunuz da İmparatorluk dönemine kadar, hemen tüm ticari ve siyasi olaylarda; erkek özne, kadın nesne durumunda bırakılmış. Erkek topraklarını büyütmek istediğinde, başka bir klandan ya da imparatorluktan bir kadınla evlenmiş, böylece topraklarını büyütmüş, gücünü de ikiye katlamış.
Küçük devletler, büyük hanedanların hışmından kurtulmak için kadınları hediye olarak sunmuş. Böylece erkeğin dünyasında kadın “doğal servet” olmuş.
Peki, hep nesne konumunda bırakılan, üzerinden savaşlar kazanılan, savaşlar kaybedilen, erkek savaşı kazansa da kaybetse de onun ganimet olma özelliği değişmeyen, tüm belaların kaynağı olarak gösterilen kadın, bugün ne durumda?
***
Cumhuriyet tarihimizde, tam olarak vaka benzemese de niyet açısından benzerlik gösteren “Çinli prenses” kuramının başka bir versiyonu vardır: “Lüks Nermin”.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın daveti üzerine 1959 yılının Nisan ayında Türkiye'ye gelen Endonezya Cumhurbaşkanı Ahmed Sukarno Ankara'daki temaslarından sonra İstanbul'a geçmiş ve felekten bir gece çalmak istemiş. Dışişleri yetkilileri de bu önemli konuğa eşlik etmek için dönemin en ünlü hayat kadınlarından birisi olan Lüks Nermin'e başvurmuşlar. O da en güzel kızlardan birini Sukarno'ya sunmuş. Ülkesine dönen Sukarno'dan gördüğü ilgi üzerine teşekkür bekleyen yetkililer, Endonezya'lı yetkililerin teessüfüyle karşılaşmışlar. Meğerse Sukarno birlikte olduğu kadından bel soğukluğu hastalığı kapmış.
***
Konu, ülke işleri olunca, işin rengi değişmemiş anlaşılan… Kimi zaman “prenses” unvanı verilen bir kadın, kimi zaman “hayat kadını”…
Tarih boyunca bir cins olarak kadın hep nesne konumunda…
Şimdi diyeceksiniz ki ya sultan anaları?
Eeee, o makama nasıl geldiklerini bir düşünsenize?
Başarılı olan, tabiri caizse durumu yırtan, iktidara ortaklık etmeyi başarmış, belki de gizli iktidar olmuş.
Bu durum kadına bakışı değiştirmiş mi peki?
Belki bir parça kategorize etmiş ama “bakış” bir türlü “Çinli prenses” temelinden kopamamış.
***
Şimdi söyleyin efendim, binyıllardır gelen böylesi bir düşünce genetiği yokmuş gibi davranabilir misiniz?
Ya da bunu yok sayabilir misiniz?
Bu reel durumdan yola çıkarak yapılan kategorizasyon içinde düşünecek olursak, “âlim kadın” olmak çokkkk zor, ama “muallim kadın” pekâlâ olunabiliyor işte…
 Ehhh! Ne yapalım, geçmişi değiştiremeyeceğimize göre, geleceğe yön vermek için mücadele ederiz biz de…

14 Şubat 2013 Perşembe

Dişi topraklar



Toprak ana, devlet baba…
Gündelik hayatta, her kesimden insan, çok sık kullanır bu tamlamaları…
Birçok sosyal bilimci, sömürü ve istismarın, dilsel öğelerle sürekliliği sağladığını, geniş toplumsal halk kesimlerine kendisini kabul ettirdiğini, olağanlaştırdığını söyler.
***
Toprak ve kutsal ruh…
İlk devletin ortaya çıkmasının biricik nüvesidir kutsal ruh… Erken sülale, Erken Devlet, Rahip Devlet, Tanrı Devlet… Hepsinin temel yapı taşıdır…
Toprak ise, oldum olası, kutsal ruhun döllediği, kutsadığı, kuşattığı, içine girdiği, fethettiği, edilgenleştirilmiş yeryüzü…
       Kutsal ruh göklerde, toprak ana ise yerde…
***
Kutsal ruh baba, toprak da ana…
İşte ta o dönemlerden bu yana, topraklara nüfuz etmeyle şekil değiştiren, olgunlaşan, güçlenen bu yapı, zaman içinde kutsallığından ne kadar arınsa da, toprağa olan şehvetini hiçbir zaman kaybetmemiştir…
Bugün de, tarihin derinliklerinde kaldığı sanılan ve mitoloji olarak masalsılığına inanılan bu kanlı şehvet duygusu ile baba, Ortadoğu’da iş başında…
***
Hani çocuklar derler ya! “Benim babam senin babanı döver!”
Sonuçta hepsi baba… Saygıda kusur etmemek gerek babaların babasına(!)…
En güçlü devletler büyük büyük baba…
Kutsal Ruh-Baba-Oğul; işte mesele tam da burada…
Üçü, ittifakla, dişi toprakları kuşatmada…
***
Ortadoğu bir yaralı toprak ana, bebeleri, aç susuz, korkulu gözlerle ölüme koşmakta…
Kutsal Ruh-Baba-Oğul…
Ortadoğu döllenmeye hazır dişil topraklar, döl tutmamış evvela.
1948, 1956, 1967 ve 1973…
Daha, bir daha, bir daha, bir daha…
Yeni oğullar doğuracak toprak ana…
Katliamın adı Kana.
***
Diyorum ki, babaların olmadığı, kuşatma ve fetihlerin yaşanmadığı küçücük de olsa kaldı mı bir parça toprak?
Babaların iktidar kavgasından uzak…
Haydi, çoluk çocuk oraya yerleşelim; doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden…
Topraklar kadın, kadınlar ana; babasız çocuklar yetiştirelim…
Kanayan sınırlardan uzak, babaların şehvetine kurban gitmeden güneşi ayı ve yıldızları doyasıya seyredelim…
Kutsal Ruh-Baba-Oğul ittifakına hep bir ağızdan gülüp geçelim. Kahkahalarla gök kubbeyi alaşağı edelim…



yine, yeniden yollar... her ân...




Hep yolculuklarla geçmeli ömür... Bilinmeyen kentlere, bilinmeyen gemilerle...
Neresi olursa olsun, sormadan gidilecek yeri... Şöylesine, dört başı mamur gitmeli...
Bir ömrün değeri nedir ki, upuzun yollar karşısında. Sonsuzluk denilen yaşam gulgulesinde... Dizginsiz, yeleleri savrulan, beyaz bir at gibi, hırçın rüzgarın tam böğrüne girmeli yazın sarı göğünde... Fırtınaya karşı boran misali soluksuz koşmalı gri bir gökyüzü altında yağmur yeşili çayırlarda... Uçan toynaklar, dörtnala kanatlar olmalı her ân...
Yüreğinin yolları kadar keskinse aklın yolları...
Hiç durmadan gitmeli...
Ne bilir ki hiç yolculuk yapmayan, yolların cazibesini, nerden bilebilir ki? Çalmaya başlayınca yolculuk sireni, çıkmalı yola apansız, bir aydınlık gece ya da güneşsiz bir gün vakti, geride bırakıp yangınları, ardına bile bakmadan...
Bir kül zerresini alıp yanına, yeniden yaratmalı kızgın alevleri... Soluğundan alev yaratmayı öğrenene kadar en azından... Yaşayınca, hesapsız, sorgusuz ve de yargısız, öylesine duman misali, alıp başını gitmeli... Ölünecek sevdalar için, yeni sevdalar yaratmak için...
Her yol, sızlatan bir aşktır derinden, sızılar öğretmendir yalancı aşklara rağmen...
Yollar yine, yeniden... Bir derecik misali denizi özleyen, bulanmadan akıp gitmeli uzak uzak... Deniz hep kaçsa da, nehirleri akar kılmalıdır...
Yeni yollar, sıcak, samimidir, kucak açar yolculara bilmemenin esrarıyla. Aşklarsa pusu kurmuş yol kenarına... Bir kavuşup, bir ayrılan, bölünüp, parçalanan yollarda, bulanmadan akan derecik olmalı insan devriyesiz, zaptiyesiz ömrüyle...
İşte, o zaman var ya o zaman, yalınlaşıp, yalnızlaştıkça artan derin bir sızıdır yaşam, bulanmadan akan...
Dünyayı sığdırırsın da içine, hep boş kalır bir yan.
Hani diyorum, bir bilinmez, adı sorulmaz bir kent çıkar karşına aşka susayan... Bil ki orada, gözü yaşlı bir yetim kaldırım kenarında, belki de aldatılmış bir aşık kapı arkasında, öylece boynu bükük...
Kokusu yayılmış yollara... Ardına bile bakmadan gitmeli, yalnızca gitmeli onlara... Dünyayı değil de dünyaları sığdırmak adına...
Kanayan bir kentin daralmış yollarında, kan revan, toz duman içinde ağır adımlarla yürümeli, cilveli kaldırımlara kanmadan. Her köşe başı oynak bir çengi, her meydan çığlık çığlık ağlıyor olsa da, gitmeli.
Dizginsiz, yeleleri rüzgarda savrulan, beyaz bir kısrak gibi girmeli, şaha kalkıp dalmalı fırtınanın, ateşin tam orta yerine... Ömür yangınlarla, yollarda geçmeli. İçinde ölünmeyecek kentler yerle bir edilmeli; yolu, yolcusu olmayan, yangınları yaşamayan kentler müebbede mahkum edilmeli diye çınlamalı sesler. Yolda bu çığlıklar samimi ve şefkatli bir tesamuh olsa da...
Nereden bilir ki hiç yola çıkmayan, yolun kıymetini? Sükunetin ve dahi huzurun hakîki diyalektiğini!..
Yine, yeniden yollara düşülmeli...
Haydi vakit tamam!.. Bu cümle dökülmeli ağızlardan, hala soluk alınıp verilebilirken, her solukta! Yaşam akıp giderken her ânı bir yolculuk başlangıcı gibi hissetmeli! Her ân!..Geç olmadan! 

“Tarihin en eski mesleği”



Neolitik dönemle birlikte, kadının tanrıçalık makamında başlayan gerileme, onun tapınak üzerindeki otoritesini zayıflatmış; neolitik çobanların tapınakta biriken artı-ürünün korumasını üstlenmesinden sonra, neolitik çiftçilerin tüm değerlerinin yavaş yavaş çoban toplulukların egemenliğine girmesine neden olmuştur.
Bu süreçle başladığına inanılan kadının ikincilliğe itiliş hikâyesi, daha sonraları tapınağın ve artı-ürünün sahibi olan kadın cinsini, bir meta olarak tapınağa hapsetmesiyle devam etmiştir.
İşte bu anlamda, erkek egemen dilde, kadının para karşılığı çiftleşmesi “tarihin en eski mesleği” olarak simgeleşmiştir.
***
Erk(ek)’in bir sermaye aracı olarak gördüğü kadın, bu gün en ikiyüzlü söylemlerle tanımlanarak, sosyal hayatta, yine erk(ek) tarafından ona uygun görülen yeri almıştır.
Dünya ölçeğinde ikincil konumunu sürdüren kadın, yeryüzü cennetinin, tüm tek tanrılı dinlerde işaret edilen günahkârı hala…
Erkeği kandıran Havva…
Mitolojinin ve Teolojinin üzerine kurgulandığı, her dönemde yeniden üretilen ve konumunda hiçbir iyileştirmenin söz konusu olmadığı, yeryüzünün en belalı yaratığı…
***
Durum böyle Erk(ek) algıda…
O halde, “tarihin en eski mesleği” olarak realize edilen bu iş kurumsallaşmalı, daha temiz, daha kontrollü olarak hemcinslerin gönülleri hoş edilmeli(!)…
Hem keyif, hem de iş, nasıl olsa kadın bedeni ticaret aracı, algısı-vergisiyle…
Bu ticaret erbabının cinsiyeti pek de önemli değil bu durumda; önemli olan bu zihniyetin devletler nezdinde kabul görmesi…
***
Daha yeni bir haftaya başlarken neden yazma gereği duydum bunları?
Canınızı sıkmış olmalıyım…
Hiç aklımdan çıkmayan, aldığım her solukta tüm hücrelerimle hissettiğim bu cins ayrımcılığı yarası kanıyor işte zaman zaman…
Balıkesir’deki genelev ne zaman gündeme gelse dizginlenemez bir anlama ve anlamlandırma süreci yaşıyorum her seferinde.
Efendim, genelev nereye taşınmalıymış?
Oraya mı yoksa şuraya mı?
“Kaldırılması sosyal patlamalara neden olur”muş, “toplumun dengesini sağlayan yerler”miş buralar…
Yok ya!
Dünya erkek cinsinin keyfi üzerinde mi dönüyor, ille de bu tür bir kefiy almak zorundalar mı?
Bu çağda, bu teknolojiyle, bu iletişim ağıyla ne alaka?
Zaten tüm olanaklar bu cinsin hizmetine sunulmuş, olmayıversin genelev denilen kârhane de?
***
Bir gün mutlaka silinecek bu sözcük yeryüzünden; “genelev” zihniyeti kalmayacak insan hafızamızda.
Bu küçücük coğrafyadan başlayalım silmeye bunu, örnek olalım ülkeye.
Bir ilki başlatalım Başkan Uğur’la…
Kaldıralım şu evi sonsuza dek bu kentten!
Yeri anılarımızda kalsın, acıtan yanıyla…

GÜNÜ KUTLAMAK GÜNÜ KURTARMAK



Kadınların mal rejimi ile ilgili uğradıkları haksızlığı; kadına yönelik ekonomik şiddet olarak tanımlayan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği ( KA-DER) Genel Başkanı Av. Seyhan Ekşioğlu, 17 milyon kadına ayrımcılık yapıldığını belirtiyor.
“Yasa, Anayasa’ya, uluslararası sözleşmelere ve hak bildirgelerine aykırıdır" diyen Avukat Habibe Yılmaz Kayar da, yeni Medeni Kanun'daki, ayrımcılık yaratan maddelerin kaldırılması için yürütülen mücadelenin, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana sürdüğünü söylüyor.
Şimdi mal rejimi düzenlemesi, iki ayrı davayla Anayasa mahkemesinde.
***
Bilindiği gibi, Bakan Çubukçu, Meclis Genel Kurulu'nda 4 ve 7 Mayıs tarihlerinde yapılan oylamalarda kabul edilen Anayasa değişikliği paketinde "kadın-erkek eşitliği"yle ilgili 10.maddeye "pozitif ayrımcılığın" eklenmesi için faks çekme kampanyası başlatan kadın örgütleri ve temsilcileri hakkında, suç duyurusunda bulunmuştu. Kopenhag Kriterlerinin doğrultusunda Anayasanın 10. maddesinde yapılan değişiklikte, ‘pozitif ayrımcılık’ın kabul edilmemesi üzerine; Kadın örgütleri, "cinsler arası fiili eşitliği sağlamaktan uzak" olduğu ve "kadınlara yaşamın her alanında erkeklerle fırsat eşitliği tanımadığı" gerekçesiyle, kabul edilen değişikliğe "Sizi, bu çağdışı ayrımcı tutumunuzdan dolayı kınıyoruz" diye başlayan fakslarla tepki göstermiş; değişikliğe karşı çıkan milletvekilleri kınanmıştı.
 Çubukçu da, kadın örgütlerinin gönderdiği fakslardan nasibini alan milletvekilleri arasındaydı ve Çubukçu faks nedeniyle "madde-i mahsusa tayini suretiyle (hedef göstererek) hakaret" gerekçesiyle savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu.
Şimdi, kadın örgütleriyle, Bakan Nimet Çubukçu mahkemelik...
***
Kadınların tüm bu ve buna benzer yasal düzenlemeler için yaptıkları çıkışlar oldukça önemli ama bir bakanın, hele de kadından sorumlu devlet bakanının yaptığı çıkışa ne demeli?
Günü kurtardık mı yoksa günü kutladık mı?
***
İstanbul Valilik raporuna göre; Sokakta yaşayan çocukların yüzde 79.3'ü 15 yaşın altında. Çocuk ve şiddet mağduru kadınları desteklemeye yönelik önlemler son derece yetersiz...
Töre-namus cinayetleri, şiddet ve kötü muamele nedeniyle İstanbul'a sığınan kadınlara gerekli hizmetin verilemediği, bu nedenle İstanbul'a nakillerin durdurulması isteniyor...
Engelli ve fuhuş mağduru kadınlar için ihtisaslaşmış kadın konukevleri için kadın örgütleri mücadele ediyor...
TBMM Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonu'na sunulan rapora göre; 2005 yılı içinde İstanbul Valiliği Kadının Statüsü Birimi'ne ve İnsan Hakları İl Masası'na 227 kadın doğrudan, 29 kadın telefonla, 11 kadın da il dışından arayarak yardım talebinde bulunmuş. Başvuru nedeni ise; 'namus cinayeti tehdidi', 'namus saikiyle yaralanma', 'dayak', 'aile içi taciz-tecavüz', 'psikolojik ve ekonomik şiddet' ve 'işyerinde taciz olayları' ...
***
Bunlar, yalnızca bilinenlerden bir iki örnek, yani devede kulak misali...
Sorun o kadar büyük ki; hamasi nutuklarla, günü birlik uygulamalarla olacak gibi değil doğrusu. Kadının hayatın her alanındaki katmerlenmiş mağduriyeti, onun kadınlık bilincine ermesi, temsiliyet hakkını alması ve yasalar önünde erkekle eşit bir düzeye gelmesiyle giderilebilir. Günü kurtarmakla değil.



Balıkesir Sinema Amatörleri Derneği 


KADININ RENGİ NEDEN MOR?



     Kutsal kitapları ve özellikle Tevrat’ı yorumlayan kimi efsanelere göre yaratılan ilk kadın; mor bir ten rengine sahip olan Lilit…
Tevrat’ın ilk kitabı olan Tekvin insanın yaradılışına ilişkin, birbirleriyle çelişen iki ayrı hikâye anlatır: “Ve Rab dedi ki: ‘İnsanı kendimiz gibi ve kendi suretimizde yaratalım ki, sudaki balıklara, göklerin kuşlarına, sığırlara, yeryüzünün yaban hayvanlarına ve yer üstünde sürünen bütün sürüngenlere hükmetsin... “Ve Rab insanı kendi suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.” (Tekvin, I:26-28).
Görüldüğü gibi, bu anlatıya göre erkek ve kadın aynı anda ve birlikte yaratılmışlar...
Oysa 2. Bap’ta anlatılan ve görece daha tanıdık olan öyküye göre, önce Adem topraktan, daha sonra onun yalnızlığını gidermek için yaratılan (işşa) Havva ise onun kaburga kemiğinden…
Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan kadın Havva ise, Adem’le eşzamanlı olarak yaratılmış olan ilk kadın kimdir?
MS 8-10. yüzyıllar arasında, Ben Sira’nin Alfabe’sine göre; Tanrı Adem’i yarattıktan sonra ve o, Adem yalnızken, Tanrı dedi, “insanın yalnız olması iyi değildir” (Tekvin, 2:18) Bunun üzerine Adem üzerine, tıpkı Adem’i yaratmış olduğu gibi topraktan bir kadın yarattı ve ona Lilit dedi.  Adem’le Lilit kavga etmeye başladılar. Bu kavga çiftleşme biçimiyle, altta kimin olacağı ile ilgiliydi. Lilit: “İkimiz de topraktan yaratıldığımıza göre birbirimize dengiz.” Ama birbirlerini dinlemediler. Bunu gören Lilit Tanrı’nın ağza alınmaz adını andı ve havaya karıştı. Adem Yaradan’ın önüne çöküp dua etti. “Evrenin hâkimi” dedi. “Bana verdiğin kadın kaçtı.” Bunun üzerine, kutlu olsun, ya Rab, hemen üç meleği Lilit’in peşi sıra koştu, onu geri getirsinler diye…
Kutlu Olan Adem’e dedi ki, “Geri gelirse, ne alâ. Gelmezse her gün çocuklarından yüzü ölecek.” Tanrı’dan ayrılan melekler Lilit’in izini sürdüler ve Mısırlıların boğulacağı o azgın denizin ortasında ona yetiştiler. Ona Tanrı’nın sözlerini ilettiler ama dönmeyi reddetti. Melekler “O zaman seni denizde boğacağız” dediler. Ama boğamadılar…
Melekler görevlerini neden yerine getirmedi, Lilit’i neden Kızıldeniz’in sularında boğamadılar? Lilit onların bilmediği ya da telaffuz etmeye cesaret edemedikleri bir şeyi söylemiş olsa gerek…
Yani Lilit’in bilgisinin (ya da cesaretinin) yalnızca Adem’inki değil meleklerinkini de aştığını düşünüldüğünde, Lilit Tanrı’nın anılmaz adını anıyor, ölümden de, Adem’den de böyle kurtuluyor. Ancak bu bilginin Lilit’e özgü, ayrıcalıklı bir bilgi olduğunu kabul etmek gerek… Adem’in bilmediği bir bilgi…
Bugün kadınlar, bu mor renkli ilk kadını, Lilit’i, Havva’dan daha fazla önemsiyor; ikincilliği, yedek olmayı kabullenmiyor.
İşte bu nedenle kadınlar, mor bayraklar altında yalnızca kendilerinin bildiği doğruları savunuyor, hayatı pahasına…



BU TARTIŞMA BİTMEZ...




Kadınlık hallerimizin vahim bir sonucu bu soyadı meselesi. Sorunun, ötesini, berisini tırtıklamadan, getirisini götürüsünü hesaplamadan hop diye atlıyoruz kadın tezcanlılığımızla…
Serin serin ve de derin derin bakamıyoruz olaylara…
Bugün de konumuz soyadı…
Dün kaldığımız yerden devam…
Soyadı, soyun adı.
Ataerkil bir toplumsal hayatta, soyun devamlılığını sağlama görevi doğal olarak erkek cinsine verilmiştir. Verilişin nedeni niçini bir köşe yazısına sığıdırılamayacağından, bu konuya değinmiyorum. Doğrudur, eğridir, yanlıştır da demiyorum. Yalnızca mevcut durumun böyle olduğunu söylemekle yetiniyorum.
Efendim, baba ve koca soyadını birlikte taşımanın, kadına yüklediği çifte sorumluluktan söz etmiştim dünkü yazımda. Bizim gibi ülkeler diye de eklemiştim.
Neden mi?
Çünkü hala feodalizmin değer yargılarıyla, toplumsal kurgusunu her gün yeniden tamir eden; töre cinayetlerine kadınları kurban ettiğimiz, namus diye diye, ağabeye, dayıya, amcaya, kocaya, kayınçoya kadını teslim ettiğimiz bir toplumuz da ondan.
Türkiye, gelişmiş birkaç ilden ibaret değil ki. Toplumsal kurgu, batıda farklı işlerken, Karadeniz”de farklı işliyor. Güneyde caddeye taşan şiddet, Doğu”da kadınları öldürüyor.
İşte, tüm bu sürüp giden yaşam döngüsü içinde değerlendirilmeli soyadı meselesi…
Acaba bir kazanım mıydı çifte soyadı, yoksa yeni sahiplenmelerin çifte adı mıydı?
*****     *****     *****    
“Baba”lık sosyal bir statü olmanın ötesinde biyolojik bir durum. Ve hiç kimse babasını, ailesini seçme şansına sahip değil. Ama kadınlar evlenecekleri kocayı seçerler genelde.
Babamızı beğenmeyebiliriz, hatta haklarımızı gasp ettiğini de düşünebilir, yıllarca görüşmeyebilir de üstelik. Ama onun babamız olduğu gerçeğini değiştiremeyiz.
Aile içinde haklarımız ve özgürlüklerimiz için mücadele ederiz ama ben bu aileden değilim diyemeyiz.
Ancak…
Kocamızı değiştirebiliriz, ondan ayrılabiliriz, hatta birkaç kez evlenip ayrılabiliriz. Ayrılık noktasından itibaren, artık o bizim kocamız değildir, hayatımızdan çıkıp gitmiştir.
Babamız ve kocamız…
Babalar kalıcı, kocalar geçicidir…
Dolayısıyla kalıcı olan kendi ailemiz ve kendi soyadımızdır.
*****     *****     *****
Bu tartışma bitmez dedik…
Çifte soyadı kazanım mıydı bazılarına göre bilemem ama bana göre asıl kazanım; kadınların kendileri hakkında alınan kararları tartışıyor olmaları…
Kadınların hayata girme çabaları, hayatın her alanında var olma umuduna doğru yola çıkmış olmaları…

ADINIZ... YA SOYADINIZ?



Dünkü Milliyet gazetesinde bir manşet ilişti gözüme:
Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı Yeni Medeni Kanun Tasarısı'ndaki düzenlemeyle, kadınların kocalarının soyadlarıyla birlikte kendi soyadlarını kullanması engelleniyor.”
Hani artık kadınlar, hem baba, hem de koca soyadını taşıyabiliyorlardı... İlgimi çekti doğrusu. Haber metnini okumaya koyuldum:
“Yeni Medeni Kanun Tasarısı'nı hazırlayan Adalet Bakanlığı 'soyadı' konusunda tartışma yaratacak düzenlemeler yaptı. Kadınların eşinin soyadı ile kendi soyadını birlikte kullanmasına olanak sağlayan düzenlemeyi kaldıran bakanlık, ya kızlık soyadının ya da kocanın soyadının taşınmasını zorunlu kıldı.”
‘Yine ne oldu?’ diye söylendim kendi kendime...
‘Vardır... Vardır mutlaka gözümüzden kaçan bir şeyler...’
*****     *****     *****
Acaba ne kadar doğru ne kadar yanlıştı iki soyadının yan yanalığı?
Biri baba, öteki koca... İkisi de eril, ikisi de erk kadın dünyamızda...
Baba namusunu korur kız çocuğunun, teslim eder evlenince yeni namus bekçisine.
Baba ve koca...
Soyadının namusla eşdeğer tutulduğu bizim gibi ülkelerde ne ağırdır kadınlık halleri...
Genellikle bacak arasından ibaret olan bir namus anlayışına tekabül eden, iki sahibin (baba-koca) şan, şeref ve haysiyetiyle eşdeğer emanetleri, soy adları...
Emanet soyadılar... 
İki emanetin de sevabını günahını taşır kadınlar, kendilerine ait hiçbir değer yokmuşçasına, öylesine zavallı, öylesine korunan ama koskoca iki emanetin yükünü sırtında taşımaya zorlanan...
*****     *****     *****
Neyse efendim bunca yakınmadan sonra dönelim haberimize. Ne olmuş da vazgeçilmişti yan yana iki soy addan?
“1 Ocak 2002'de yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunu'na göre kadınlar isterse eşlerinin soyadıyla birlikte kızlık soyadlarını kullanabiliyordu. Ancak düzenleme yasalaştıktan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), sadece kızlık soyadını kullanmak isteyen avukatın açtığı davada Türkiye'yi tazminata mahkum etti.
Bu da yeni bir düzenleme yapılmasını gündeme getirdi.”
‘Yanlış hesap Bağdat’tan döner’miş. Her yapılan yeniliğe kanmamak; derinlemesine düşünüp, nedeni ve sonucu iyi değerlendirmek gerekir.
İyi düşünüp, derin derin bakmalı erk(ek)lerin dünyasına... Çok masummuş gibi görünen baba-koca soyadı yan yanalığı, kadına ne getiriyor, ne götürüyor diye.
İyi ki bakmış birileri...
Yoksa nice olurdu ‘Namus Cinayetleri’... ‘Töre vahametleri’...
Hem baba hem de koca emanetleri...
*****     *****     *****
Acaba nasıl bir düzenleme öngörülüyor bununla ilgili Medeni Kanun’da?
          “Kadınlar kocalarının soyadları ile birlikte kendi soyadlarını kullanamayacak. Ya kendi soyadını ya da kocasının soyadını taşıyabilecek.
Sadece kendi soyadını taşımak isteyen kadınlar, bu talebini ya evlenmeden önce ya da nikah masasında yapacak. Daha sonra yapılacak başvurular dikkate alınmayacak.”
Ve böylece sahip teke düşecek...
Haydi hayırlısı... Ne diyelim bundan başka?