Bize öğretilen tarih bilgileri içinde
yer alan ve bana önceleri çok saçma gelen bir kuram vardı: “Çinli Prenses”
Tarihte bilinen ilk Türk Devleti’nden
tutun da, Anadolu Selçuklu Devleti’ne kadar hemen hepsinde, devleti yıkan en
önemli unsur olarak bir prensese işaret edilir.
Savaşa çıkan Türk birlikleri, düşman
topraklara yaklaşır. O gece dinlenilecek, ertesi gün zafer kazanılacaktır.
Çadırlar kurulur, yeminler edilir, ordu dinlenmeye çekilir.
Fakat o da ne?
Orduya bizzat komuta eden sultanın
çadırına gece kimseye görünmeden bir prenses girer. “Çinli prenses”ten başkası
değildir bu.
Ertesi gün savaş kaybedilir tabi.
Hatırladınız değil mi?
Bu kuram daha sonraları her
yenilgiyle biten savaş sonrası, “Çinli Prenses”in değişik bir versiyonu ile
yeniden üretilmiş. Baltacı Mehmet Paşa ile Katerina’yı hatırlarsınız…
***
Nereden aklıma geldi bu konu
dersiniz?
Neden olacak, kadına uygun görülen
konumdan tabi.
Klan döneminden tutunuz da
İmparatorluk dönemine kadar, hemen tüm ticari ve siyasi olaylarda; erkek özne,
kadın nesne durumunda bırakılmış. Erkek topraklarını büyütmek istediğinde,
başka bir klandan ya da imparatorluktan bir kadınla evlenmiş, böylece
topraklarını büyütmüş, gücünü de ikiye katlamış.
Küçük devletler, büyük hanedanların
hışmından kurtulmak için kadınları hediye olarak sunmuş. Böylece erkeğin
dünyasında kadın “doğal servet” olmuş.
Peki, hep nesne konumunda bırakılan,
üzerinden savaşlar kazanılan, savaşlar kaybedilen, erkek savaşı kazansa da
kaybetse de onun ganimet olma özelliği değişmeyen, tüm belaların kaynağı olarak
gösterilen kadın, bugün ne durumda?
***
Cumhuriyet tarihimizde, tam olarak
vaka benzemese de niyet açısından benzerlik gösteren “Çinli prenses” kuramının
başka bir versiyonu vardır: “Lüks Nermin”.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın
daveti üzerine 1959 yılının Nisan ayında Türkiye'ye gelen Endonezya
Cumhurbaşkanı Ahmed Sukarno Ankara'daki temaslarından sonra İstanbul'a geçmiş
ve felekten bir gece çalmak istemiş. Dışişleri yetkilileri de bu önemli konuğa
eşlik etmek için dönemin en ünlü hayat kadınlarından birisi olan Lüks Nermin'e
başvurmuşlar. O da en güzel kızlardan birini Sukarno'ya sunmuş. Ülkesine dönen
Sukarno'dan gördüğü ilgi üzerine teşekkür bekleyen yetkililer, Endonezya'lı
yetkililerin teessüfüyle karşılaşmışlar. Meğerse Sukarno birlikte olduğu
kadından bel soğukluğu hastalığı kapmış.
***
Konu, ülke işleri olunca, işin rengi
değişmemiş anlaşılan… Kimi zaman “prenses” unvanı verilen bir kadın, kimi zaman
“hayat kadını”…
Tarih boyunca bir cins olarak kadın
hep nesne konumunda…
Şimdi diyeceksiniz ki ya sultan
anaları?
Eeee, o makama nasıl geldiklerini bir
düşünsenize?
Başarılı olan, tabiri caizse durumu
yırtan, iktidara ortaklık etmeyi başarmış, belki de gizli iktidar olmuş.
Bu durum kadına bakışı değiştirmiş mi
peki?
Belki bir parça kategorize etmiş ama
“bakış” bir türlü “Çinli prenses” temelinden kopamamış.
***
Şimdi söyleyin efendim, binyıllardır
gelen böylesi bir düşünce genetiği yokmuş gibi davranabilir misiniz?
Ya da bunu yok sayabilir misiniz?
Bu reel durumdan yola çıkarak yapılan
kategorizasyon içinde düşünecek olursak, “âlim kadın” olmak çokkkk zor, ama
“muallim kadın” pekâlâ olunabiliyor işte…
Ehhh! Ne yapalım, geçmişi
değiştiremeyeceğimize göre, geleceğe yön vermek için mücadele ederiz biz de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder