27 Aralık 2015 Pazar

EYLÜL GEÇMEDEN BİR HATIRLATMA...

Eylül ayı, bugüne değin dünyadaki yoksul halkların aleyhine gelişen  dengelerin kurulduğu; ve insanlığın en kanlı saldırılarla kendi kendini yok ettiği önemli olaya tanıklık etmiştir. Bunlardan bir kaçı:
-Topluma ırkçılık tohumları saçan sorumsuz politikacıların, dış politikada güç kazanmak adına, kendi halkını birbirine kırdırdığı, 6-7 Eylül 1955’te yaşanan, Rum kökenli Türk vatandaşlarına ve onlara ait işyerlerine saldırı.
-Hala içinden çıkamadığımız ve bugünleri ona borçlu olduğumuz (!), 12 Eylül 1980’de yaşamak zorunda bırakıldığımız, askeri darbe.
-Finans kapitalin kendi iç kavgasının, tam ciğerlerinde patladığı ve faturanın yine mazlumlara kesildiği 11 Eylül 2002’de ekranlardan tanık olduğumuz, ABD’deki İkiz Kulelere yapılan intihar saldırısı.
Ve... Acılar, öfkeler, yerinden yurdundan edilenler...
Demeçler, brifingler, uçaklar, bombalar...
Çıkarlar, çıkarcılar, kan üstünden politika yapanlar...
Daha çözümlenememiş bir sürü soruna, yenilerini katanlar...
Dünya sarsılıyor, insanlık savruluyor...
Büyük büyük projeler uğruna, mazlum halklar karşı karşıya kalıyor. Filler güreşiyor, çimenler ise eziliyor.
Eylülü hatırlatmak, hafızaları canlandırmak istedim. Çabuk unutuyoruz, hiç ders almıyoruz yaşananlardan.
Bazı basın ve yayın kuruluşlarında, bugünlerde sıkça rastladığım, sözde ulusalcılık söylemleri altında yapılan haberlerin olası sonuçlarını geçmişe dönerek hatırlatmak istedim eylül ayı geçmeden.
Halkı, birbirine düşman edecek, din ve ırk ayrımını körükleyecek, dolayısıyla infial yaratıp, farklı kültürlere ve farklı dinlere karşı kin, nefret ve öfke yaratacak, haber niteliğinden uzak bazı karalamaların, manşetten verilmesinin sonuçları iyi hesaplanmalı; basın, üzerinde taşıması gereken sorumluluğu bir kez daha hatırlamalı diyorum.
Elbette, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını sonuna kadar savunanlardanım. Fakat, halkımızın yapısı iyi değerlendirilmeli, bu tür düşünceler işlenirken neden-sonuç ilişkileri de iyi hesaplanmalı. Ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemli olmalı bu tür konularda.
Dünyadaki dengeler ve gelişmelerden bihaber olunarak, bazı olguları anlamak ne yazık ki mümkün değil. Bir konuda düşünebilmek, kesin yargıdan uzak, “acaba”larla başlar. “Acaba”lar da kişiyi bilgiye götürür. Yani bilgisi olmayan düşünce de üretmemeli diyorum. Zaten üretince komik oluyor.
Sorumsuzluğun yol açtığı yıkımları çok yaşadı ülkemiz. Çocuklarımıza güzel bir dünya bırakabilmek için herkesi bu sorumluluğu üstlenmeye çağırıyorum.
Bu çağı beğenip beğenmemek kişinin özgürlüğüdür, hükümetlerin iç ve dış politikalarını beğenip, beğenmemek de. Ama halk için, halkı işaret ederek ya da bir grubu, bir başka halkı işaret ederek yayın yapmak, yazı yazmak kişi özgürlükleri dahilinde değerlendirilemez. Bu, tamamen sorumluluk isteyen bir iştir ve tam bu noktada, bir şeyleri söyleyip geçiverme özgürlüğü yoktur sorumluluk sahiplerinin.
İşte bu nedenle, yazının başında sıraladığım tarihlerden yalnızca birine değineceğim, 1955 yılı Eylül ayına. İşte bunun için bir alıntı:
“ 6 Eylül günü başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren, İstanbul ve İzmir’de azınlıktaki vatandaşlara ait dükkanların, kiliselerin yakılıp yıkılması, yağmalanmasıyla sonuçlanan barbarlık olayları, o dönemi yaşayanların belirttiklerine göre, Demokrat Parti’nin başlattığı bir gösterinin, denetim altına alınamamasından kaynaklanmaktadır. Görünüşte, Selanik’te Atatürk’ün  oturduğu eve ve Türkiye Konsolosluğuna bomba atılmasını protesto etmek amacıyla düzenlenmişti bu gösteriler. Gerçekte ise; Demokrat Parti’nin iç ve dış politikada tam bir iflasın eşiğinde bulunması nedeniyle hem halkı avutmak, hem de Londra’da, Kıbrıs konusunda görüşmeler yapan Fatin Rüştü Zorlu’ya bir çeşit destek vermek amacıyla başlatılmıştı. Olaylar ordudan yardım istenerek önlenebildi ve sabaha karşı sıkıyönetim ilan edildi. İstanbul’da bulunan Menderes ve öteki sorumlular, vilayette toplanarak, sıkıyönetim kararı alındıktan sonra, 7 Eylül tarihli gazeteleri getirerek sansür ettiler. Yeniden matris ve kalıp hazırlamak uzun süreceği için, gazetelerin sansür edilen başlıkları ezip, okunmaz duruma getirdikleri görülmektedir.
Türkiye’nin dış dünyadaki saygınlığını zedeleyen ve içte DP iktidarına karşı güvensizlik yaratan olayların sorumlusu olarak, gösteri ve yağma ile hiçbir ilişkisi bulunmayan solcular, bir de Kıbrıs Türktür Derneği yöneticileri tutuklandı.”[1]
Sanırım mesaj alınmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın: “Yazmayın, darbe olur.” Demiyorum... Yalnızca sorumluluk bekliyorum.09.13.2004



[1] Kabacalı, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı, Demokrasi Klasikleri, II. Baskı, Eylül 1999, s.245
YEREL BASIN,  YAYGIN BASININ MUTFAĞIDIR...
Dün söz etmiştim manipülasyondan ve basını bekleyen tehlikelerden. Örneklerle açıklamış, bir iki yazarın görüşlerine yer vermiştim.
Ulusal basın diye nitelendirilen yaygın basın için her zaman bu tehlikenin varlığı genel kabul gören bir yaklaşım. Çünkü toplumsal kontrolün çok zayıf olduğu, birbirini tanımayan, dağınık bir okur kitlesine sahip.
Aynı zamanda iç ve dış politikanın, ekonomik gidişatın ve bilumum dengelerin içinde. Yani merkezde...
***
Yerel basın ise; toplumsal kontrolü her an ensesinde hissettiğinden oto-kontrol mekanizmasını terk edemez..
Herkesin birbirinin sülalesini tanıdığı bir çevre ile derli toplu bir okur kitlesine sahip. İç ve dış politika ile ekonomik-sosyal-kültürel faaliyetlere ilişkin verileri, merkezin taşra kurumları aracılığıyla sayfalarına taşır.
Aynı zamanda da yaygın basına buralardan veriler taşıyarak, mutfak görevini en iyi şekilde üstlenir.
Kısaca hem yerele hizmet eder, hem de geneli besler.
***
Hafta sonu yapılan EKK kongresinde, Erol Ayvaz; bir basın çalışanı, bir gazeteci tarafından kendisine şantaj yapıldığını söylemiş. Salonda bulunan gazeteciler, bu şantajcının kim olduğunu söylemesini, Balıkesir Basını olarak herkesin zan altında bırakılmamasını istemişler. Çok da doğru bir tavır sergilemişler.
Aslına bakarsanız, tüm gazeteciler, bu kişinin kim olduğunu üç aşağı beş yukarı kestirmişlerdir. Çünkü dedim ya; yerelde herkes birbirini tanır. Kimin nasıl davranacağını da bilir.
Böyle kişiler, hemen  yalnızlaştırılarak, camiaya zarar vermesinin önüne geçilir. Nasıl ki mutfakta en küçük bir hata yemeğin tadını ve kalitesini bozarsa; yerel basında da bu böyledir. Hem yemeğin tadı kaçar, hem de kalitesi bozulur...
***
Yerel basın desteklenmeli...
Yerel basın güçlendirilmeli...
Yerel basının  sıkıntıları giderilmeli...
Nasıl ki, bazı sektörler devlet desteği alıyor, ihtiyaçlarını bir takım indirimlerle sağlıyorlarsa, yerel basına da böyle bir destek yapılmalı...
Tavuk üreticilerine, yaşadıkları mağduriyetten dolayı nasıl kolaylık sağlandıysa ya da ne bileyim pamuk üreticileri, pancar üreticilerine destek alımları yapılıyorsa, yerel basına da böyle bir destek sağlanmalı.
Çünkü yerel basın, bilginin dolaşımında, bilginin yaygınlaşmasında önemli bir yere sahip...
***
Şimdi diyeceksiniz ki nerede pay, orada kavga; nerede para orada kayırma...
Haklı olabilirsiniz ama bu yargının ortadan kalkması için ne yapılması konusunda kafa yorabilirsiniz...
Bu konuda ben biraz kafa yoranlardanım.
Bilindiği gibi, ülke genelinde her ilde en az iki tane gazete çıkıyor olsa; (batı illerinde bu sayı 10’larla ifade ediliyor) Şöyle bir aritmetiksel hesaplama yapıldığında; 81 ilde 2 gazeteden toplam 162 gazete; 4 gazeteden 324 gazete eder. Bu sayı gerçek bir saptamayı yansıtmasa da bu iş kolunun ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. (Eldeki son verilere göre ülke genelinde 800 küsur gazete yayımlanmaktadır.)
Bilindiği gibi, yerel basın Resmi İlanları yayımlama konusunda yetkilendirilmiş, böylece, az da olsa devlet desteğini almış; Resmi İlanların dağıtımındaki kriterler de yerel basını daha kaliteli olmaya teşvik etmiştir.
İlanların dağıtımı, yasalara uygun olarak yapıldığı takdirde; (yani puanlama esasları göz önünde bulundurularak) ne şaibe ne de kavga olur. Ne hediye alındığı, ne bazı gazetelere taviz verildiği, ne de haksız dağıtımdan pay elde edildiği konuşulur,..
Dolayısıyla, ne pay dağıtan ne de pay alan zan altında kalır.
Bir yerelde çıkan tüm gazetelere puanları göz ardı edilerek, eşit şekilde resmi ilan dağıtmak, eşitsiz bir durum yarattığı gibi, kaliteyi düşürmeyi de teşvik eden bir durumu beraberinde getirir.
O halde, şeffaf devlet politikası gereği yapılması gereken; bir ile bir ayda giren resmi ilan sayısı ve bedelini gösterir çizelgenin; hangi gazetelerin kaç puanla, gelen Resmi İlanların kaçta kaçını aldıklarını gösteren dokümanın, illerde bir basın panosu düzenlenerek oraya asılması ya da bizzat gazetelere gönderilmesidir.  Ve gazeteler de bu uygulamayı istemeli…
Böyle bir işleyiş, hem yerel basının kalitesini arttıracak hem de şaibeye meydan vermeyecek bir ortamda, gazetecileri daha özenli çalışmaya teşvik edecektir. Yerelde artan kalite, geneli de harekete geçirecek ve daha özenli olmaya itecektir.
***
Günümüzde yerel basın giderek daha fazla önem kazanmaya başlamıştır. Yaygın basına görece daha güvenilir daha samimidir. Ancak bir eksiği de göz ardı etmemek gerekir. Yerel olmanın bir özelliği olacak ki; basın çalışanları derinlemesine bilgi sahibi değil; bilgi kazanabileceği ve bilgisini zenginleştirebileceği ortamlar da gelişmemiş... Basın hukuku bilgisi hiç oluşmadığı gibi, neyin nasıl yayımlanması ve nasıl bir dil kullanılması konusunda da eğitimsiz...
Bu eksikliğin giderilmesi için yerel kuruluşlar harekete geçmeli; ülke genelinde neredeyse her ilde bir ve daha fazla sayıda olan dershanelerden Türkçe yazım kuralları; yine her ilde varolan Baro’dan da, basın hukuku konusunda konferans düzenlemesi için yardım istenmeli...
Tüm bunların yapılabilmesi için yerel basına özel bir destekleme fonu mutlaka ayrılmalı...
Bakın o zaman mutfaktan gelen güzel kokulara ve yemeğin tadına...


MANİPÜLASYON VE BASIN


Manipülasyon; etkilemek, yönlendirmek, etkisinde bırakmak yerine kullanılan, dilimize Fransızca’dan geçmiş bir sözcük. Genellikle Siyaset Biliminde kullanılıyor.
Geçen hafta sonu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün basına atfen yaptığı bir tespit içinde de yer alıyor. Ve bu tespit, tüm basın camiasını kızdırmaya yetiyor...
Ne demiş Sayın Gül Samanyolu TV’de yaptığı bir konuşma sırasında?
 "Türk basınının, gizli servislerin ve diplomatların manipülasyonuna açık olduğunu görüyorum"
Bunun üzerine Milliyet yazarlarından Semih İdiz de soruyor:
"Buradaki asıl sıkıntı acaba, Türk basınını istedikleri gibi manipüle edememelerinden mi kaynaklanıyor?"
Sonuç olarak İdiz: “Dış güçlerin manipülasyonu"na kapalı olmamız, "iç güçlerin manipülasyonu"na açık olduğumuz sonucunu doğurmaz. Diyor.
Neyse efendim, Abdullah Gül, bunun maksadı aşan bir konuşma olduğunu, basın mensuplarının gizli servislerden para almadığını söyleyerek, özür diliyor. Erdemli bir davranışla, olayı kapatıyor.
***
Bu olay üzerine eli kalem tutan herkes bir şeyler yazdı, çizdi. Yazılanları bir bir okudum. Anlamaya çalıştım neler olup bittiğini...
Sonuçta, tüm yazılanlardan çıkardığım sonuçlar aklımı fena karıştırdı.
Bakınız şimdi çıkarsamalarıma:
-Basını yönlendiren iç ve dış güçler olabiliyor
-Basın mensupları ve gizli servisler arasında paraya dayanan ya da dayanmayan ilişkiler kurulabiliyor.
-Basını, güç odakları kullanabiliyor, basın da halkı ona göre yönlendirebiliyor.
***
Kafama takılan bu soruların cevabını, yine basından bir kalem, Milliyet Gazetesi yazarlarından Hasan Cemal veriyor.
“Batı'yla Doğu arasındaki büyük ideolojik kavgada gazetecilik mesleği de yalnız Türkiye'de değil, Batı'da da ciddi darbeler yemişti.
Bugün durum nedir? Medyayı kullanmak yine güncel. Güç odakları, devlet, istihbarat kuruluşları, siyasetçiler, iş dünyası, hatta bazen medya patronları, kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda medyayı kullanabiliyorlar. Geçmişte de böyleydi. Bugün de öyle. Devam ediyor alışveriş!”
Can Ataklı da Hasan Cemal’i destekleyen bir tarzda soruları yanıtlıyor. Basın kuruluşlarının nasıl yönlendirildiğini anlatıyor.
***
Ve devam ediyor Hasan Cemal,  hiç unutmayın diyerek genç meslektaşlarına:
“Kullanılan gazeteci, güç odaklarına hizmet arz ettiği anda gazeteci olmaktan çıkar. Ayrıca, güç odaklarıyla gazeteci ilişkisi her zaman netamelidir. Çizginin özenle çizilmesi gerekir. Çizgiyi nereden, nasıl çekeceğini bilemezse, bazen farkında olmadan da kendini kullandırmış olur gazeteci...
Gazetecilik mesleğiyle güç odakları arasındaki ilişkilerin özellikle meslek kuruluşları ve gazetecilik okulları nezdinde ilgi odağı olması önem taşıyor. İlkelerin yerli yerine oturması için deneyimlerden yararlanılması gerekiyor.”
Evet, basının çok dikkatli ve donanımlı olması, onu daha nitelikli kılacaktır. Cehalet, her zaman manipülasyona açık hale getirir basın çalışanını.
Sonuç olarak, yazarın dediği gibi;
“Gazetecilerin yapacağı daha çok şey var, bu mesleğin imajını düzeltmek ve kamuoyunda saygınlığını arttırmak için..”.
Bu konu burada bitmez. Yarın devam edeceğim kaldığım yerden. Yerel gazetecilik gerçeğinden, mutfağın nasıl tanzim edilmesi gerekliliğinden...








HANGİ GRUP ÇOĞUNLUKTA?
Abraham Moslow’un ‘İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi’ne göre; insan ihtiyaçları beş ana grupta toplanabilir.
Birinci grup en alt düzeydeki ve en ilkel ihtiyaçları karşılamakta; beşinci grup ise en yüksek düzeydeki ihtiyaçları kapsamaktadır.
Bu ihtiyaçların oluşturduğu hiyerarşi şöyledir;
1- Fizyolojik ihtiyaçlar: Yemek, su, uyku
2- Güvenlik ihtiyaçları: Can ve iş güvenliği, tehlikelerden koruma
3- Sosyal ihtiyaçlar: Gruba mensup olma, kabul edilme, dostluk
4- Saygınlık İhtiyacı: Tanınma ve prestij kazanma, kendine güven duyma
5-Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı: Sahip olma, potansiyelini geliştirme, yaratıcılık.
6- Bilişsel anlayış ihtiyacı: Kendini ve dış dünyayı anlama
***
Moslow’a göre kişi öncelikle en alt düzeydeki ihtiyaçlarını tatmin etmek durumunda... Yani en alt seviyedeki ihtiyaçları tatmin edilmemiş birini daha üst gruplardaki ihtiyaçlarını tatmin ederek motive etmek mümkün değil.
Tatmin edilen her ihtiyaç grubu, davranışları etkileme özelliğini kaybedecek ve daha üst düzeydeki ihtiyaçlar kişinin davranışlarını etkilemeye başlayacaktır.
Eğer astlar daha fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayamamışsa, onların ‘kendini gösterme’ ihtiyacı veya kendini tanımlama ihtiyacını hedef seçmek ve onu kullanarak motive etmeye çalışmak çok fazla anlamlı olmayacaktır.
***
Charlotte Towie de insanın gelişmesini etkileyen faktörlere bağlı ihtiyaçları benzer şekilde sıralar;
1-  Fiziksel refah: Yemek, sığınma, bakım
2-  Duygusal ve entelektüel gelişme fırsatı
3-  Diğerleri ile ilişki kurma
4-  Manevi ihtiyaçların karşılanması    
Towle'a göre ihtiyaç bireyin yaşına ve yaşam biçimine göre farklılık gösterir.
Ancak her iki görüş birbirini destekler nitelikte…
Bu listede de bir önceki ihtiyaç karşılanmadan daha sonrakine geçilemez.
***
Bu teoriler ışığında, ülkemizdeki insan profilini sorgulayalım:
Nüfusun kaçta kaçı fizyolojik ihtiyaçlar seviyesinde?
Kaçta kaçı güvenlik ihtiyaçları basamağında?
Yine nüfusun kaçta kaçı sosyal ihtiyaçlarını karşılar durumda ve bu sosyal ihtiyaçları için nasıl bir grup içinde olmayı istemekte?
Hemen herkesin, “Tamam artık, diğerlerini sorgulamaya gerek yok.” Diye düşündüğünü az çok kestirebiliyorum.
Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz olduğu, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, şiddetin, fuhuşun, çeteleşmenin yaygınlaştığı, yönetenlerin yönetemediği bir ülkede, ihtiyaçlar sıralamasının üst basamaklarına, nüfusun kaçta kaçı çıkabilir ki?
Oysaki bir ülkenin az-çok gelişmişliği, nüfusun en az üçte birlik bir kısmının, bu ihtiyaçlar sıralamasının üst basamaklarında olması ile ölçülür.
Ya biz, bizim ülkemiz?
İşte öylesine…
“Türküz türkü çığırırız”
Gerisinden bize ne?
 



CUMHURİYET  DÖNEMİNDE

                  TÜRKİYE’DE
                 BATILILAŞMA
            HAREKETİ  İÇİNDE
                       TANGO
            MÜZİĞİ  ve  DANSI
           GÜNÜMÜZE GELİŞ














                     CUMHURİYET  DÖNEMİNDE  TÜRKİYE’DE


           BATILILAŞMA  HAREKETİ  İÇİNDE

  
             TANGO   MÜZİĞİ   VE  DANSI ,


                   GÜNÜMÜZE   GELİŞİ

                




                    ----İÇİNDEKİLER----

   1-ETİMOLOJİ VE YAKLAŞIMLAR
    
     2- KÖKENİ , TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE GELİŞİMİ
  
     3-TÜRKİYE’DE BATILILAŞMA HAREKETİ  VE TANGO

     4-GÜNÜMÜZDE TANGO

     5-SONSÖZ YERİNE
   
     6-DİPNOTLAR

     7-KAYNAKÇA















1-ETİMOLOJİ  VE  YAKLAŞIMLAR
          
            (...) Müzik veya dans olarak ortaya çıkmasından çok önce,1803 tarihli El Diccionario De La Real Academia Espanola,tangoyu, tangano kelimesinin bir türü olarak almış ve tanganoyu kemik veya taşla oynanan bir oyun (aşık), diye tanımlamıştır.
            Enrique Corominas ise; Diccionario  Etimologico adlı etimolojik sözlükte Arjantin dansı olarak belirttiği tango sözcüğünü,onomatopeyica ses bakımından çağrışım yapan kelimelerle açıklamak istemekte.Coronimas’a göre “tangue,16.yüzyılda Normandiya’da yapılan bir dansın adı ve tingeltangel 1872 yılında Almanların hafif müzik çalınan cafe’lerin adıdır”,demektedir.
           Bu konuda kuşkusuz en doğru hükmü vermesi gereken İspanyol Dil Akademisi’nin 1803 tarihli sözlüğünün 1869 ve 1884 basımlarında da bir değişiklik görülmez,1899 yılına gelindiğinde Akademi sözlüğü tangoyu iki maddede açıklar:
     1-Tangano’ya bağlı olarak,
     2-Zencilerin ve Amerikalıların dansı ve bu dansın müziği.De Tangir:tacor instrumentos,(Tangir kökünden:Müzik aletleri çalmak)
            Bu sözcüğe haklı olarak Latince bir kök arayanlar, Akademinin 1899 tarihli notundan sonra sözcüğü “tango (Latinceden) is,ere,tetiği tactum” gibi ,tangere fiilinin çeşitli zaman eklerinden biri olarak kabul edip,şu açıklamayı dile getirirler: “Tangere kelimesi eski İspanyolca’da tangir olarak kullanılmış,daha sonraları ise taner ve tocar olarak değişmiştir.Tocar’ın en yaygın anlamı,bir enstrüman çalmaktır”.
           (...) Akademi’nin 1984 basımında ise;
Tango:Amerika’ya ait sözcük,
     1-Zencilerin veya Amerika’nın çeşitli bölgelerinde yaşayanların bayramı ve dansı,
     2-Arjantin’den dünyaya yayılan ve birbirine sarılmış,çift olarak dans edilen 2\4’lük ölçüdeki dans,
     3-Bu dansın müziği ve sözleri,
     4-Yerliler tarafından kullanılan bir müzik aleti,olarak tanımlamıştır.           
             (...) Tango’yu bir Afrika sözcüğü olarak kabul ettirmek isteyenler,tambor kelimesine sığınır.Onlara göre ‘tambor’,Amerika’da yaşayan zencilerin kullandığı bir ritim aletidir,zaman içinde tambo ve tango olarak isim değişikliğine uğramıştır.Candombe gösterilerinde kullanılan bir slogan “Toca Tambo” veya “Toca Tango” eş anlamlıdır; “haydi tambur çal”.Panama’da ve 1800’lerde Buenos Aires’te zencilerin dans ettikleri yerlere  ‘tambor’ dendiğini, ‘barrio del tambor’un  ‘barrio negro’(zenci mahallesi) ile aynı şey olduğunu ileri sürerler.(1)
      Nedir tango?
Waldo Frank’a göre:
       “Hayatın ve trajik duyguların estetik biçimde toplumca ifadesidir...Halkın geleneklere ve olağan hadiselere göre gün be gün yarattığı bir öykü,anlamlı bir açıklamadır.Belki de dünyanın en popüler olmuş ve en derin izler bırakmış dansıdır...”
Florencio Escardo’ya göre:
        “Tango Buenos Aires’in kendisidir.Çünkü onunla doğdu, söylendi,dans edildi ve onunla birlikte algılandı.Uzakta olunduğunda bir tangonun müziğinde duyulan nostalji ne kadar derinse ,birlikte olunduğunda da   ortaya çıkan birleştirici ruh ve şuur o kadar büyüleyicidir...”
J.Escardo’ya göre:
         “Hiç kuşkusuz tango hüzünlü ve tembeldir,ama Buenos Airesli hüzünlü ve tembel olmayı sever...”
Ve ,Enrique Santos Discepolo’nun ünlü tanımı ise:
         “El tango es un pensamiento triste que se baila.
           Tango,dans edilen hüzünlü bir düşüncedir...”,der ve romantizmi ekleyerek sürdürür:
          “El tango es un sentimiento que se bailan en pareja.
            Tango beraberce dans edilen bir duygudur.”(2)

                     

2-KÖKENİ ,TARİHSEL  SÜREÇ  İÇİNDE GELİŞİMİ
             Tango,çok uzun bir süre büyük kitlelerin ilgisini çeken gerçek bir olgudur.Etki alanını müzikten çok ötelere genişletebilmiş ve bir milletin sosyo-kültürel yaşamının açıklaması olmuştur.Ana vatanı olan Arjantin’de dolaylı ve dolaysız olarak tango olayına karışmamış sanat ve sanatçı yok gibidir:Şairler,müzisyenler,yazarlar,gazeteciler,ressam ve heykeltraşlar,hatta politikacılar.Tango sosyal bir üründür.Doğduğu toplumla özdeşleşmiş,onun yazgısını paylaşmıştır.Tangonun parlak dönemleri,duraklama ve gerilemeleri,tekrar canlanmaları hep siyasal yaşamın,ona bağlı olarak da kültürün paralelinde gelişmiştir.(3)         
                (... ) Her kentin  müziğinde o yöre insanının kimliğini bulabileceğimiz gibi,sokaklarında kendiliğinden doğmuş mırıltıların,seslerin,sevinç ve hüzünlerin herhangi bir melodide somutlaştığını görebiliriz.Aynı şekilde tango da Buenos Aires’in ve Buenos Aireslinin müziğidir.
             Buenos Aires,La Plata nehrinin batı kenarında yer alır.19.asrın ikinci yarısında Eski Dünya’dan Arjantin’e,özellikle Buenos Aires’e göç eden milyonlarca insan,aradan bir yüzyıl bile geçmeden bu yeni ülkede beliren hislerini-ki bunlar öfke,hüzün,vatan hasreti ve düş kırıklığı olmuştur-aşırı bir duygusallıkla yuğurarak Rio de la Plata’nın en karakteristik ve şaşırtıcı olgusunu dünyaya armağan ediyordu:TANGO...
             Bu dönemde,yani geçen asrın sonlarına doğru,Buenos Aires,bir tür ‘yalnız insanlarca’ istila edilmişti.(Nüfusun %70’i yabancı ve %65’i erkekti.) Bu insanlar genellikle şehrin bakımsız, kenar mahallelerinde,göçmenlerin hep bir arada yaşadıkları ve conventillo adı verilen kira evlerinde ,her tür insanın barındığı pansiyonlarda,genelevlerde,yasalara aykırı işlerin döndüğü karanlık sokaklarda şarap ve cana denilen bir tür şeker kamışı rakısı içiyorlar,şarkı söylüyorlar,dedikodu yapıyor ve dövüşüyorlardı.Gaucho’lardan,Sicilyalı kanun kaçaklarından,liman işçilerinden,muhabbet tellallarından ve melezlerden oluşan bu alt kültürün baş aktörü compadre veya compadrito adı verilen kabadayı tipi idi.Kendini beğenmiş,gururlu,kavgacı,kıskanç ve cesur bir erkek,bir macho.(4)
Sanırım Celedonio Flores “Tango,hayat kokar ama ölümün lezzetini taşır...”derken,bu sosyal yapıya dikkat çekmek istemiştir.Yine Jose Sebastian Tallon “Tango dansını erkeklerin icat etmiş olması doğaldır.Erkek,soyunu başka türlü nasıl devam ettirirdi ki...”sözü tangonun ortaya çıktığı ortamın özelliğini ,en çarpıcı şekilde vurgular. 
             Bu dansın müziğinde,habaneradan bir parça, milongadan bir parça,nihayet Endülüs ve İtalyan folklorundan bir parça mevcuttur.
            (...)Tango daha çok genelev dünyasında rağbet görmektedir.Muhabbet tellalları,cafishio veya cafio’lar ile çoğunlukla fakir Doğu Avrupa’dan gelen sermaye kadınların,kaçamak yapan maceraperestlerin bu yeni ve erotik dansı rahatlıkla yapabilecekleri yer ancak bu batakhanelerdi.Tango da yaşama fırsatı bulabildiği bu yerlerin bütün edepsizlikleri ve kendine özgü dili,Lunfardo ile yuğrulmaktadır.O günlerdeki tangoların adları bu gerçeği yansıtır:La Punalada (Kama Darbesi),Farol Colarado (Kırmızı Fener),El Choclo (Mısır Koçanı),La Cachucha Pelada (Kılsız Vagina),gibi.(5)
            Yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere ,tango kültürel bir olgudur.Şimdi bu olgunun gelişim sürecine köken itibariyle kısaca değinelim.
              Tangonun kökeninin,XV.yy.’a kadar uzandığı sanılmaktadır.XV.yy.’da şango adlı bir Afrika ayininin ritimleri,Güney İspanya’da yaygınlık kazandı.O sırada İber Yarımadası’nın bu bölümünü işgal eden Mağribiler ve bazı yerliler, verimliliği simgeleyen bu dansı çok sevdi.Ancak bir çok yeni adımla süslenen bu Afrika-İspanyol dansını,asıl çingeneler ithal etti.Latin Amerika’ya yerleşen Çingeneler,Arjantin’de (Rio de la Plata tangosu ),Küba’da (Havana’da tango,habanera durumuna geldi) olduğu kadar,Brezilya (tango brasileiro) ve hatta Meksika’da bu tangonun çeşitli biçimlerini yarattı.1910’a doğru Arjantin tangosu,ABD’ye geçti.ABD’de Vernon ve İrene Castle gibi dans çiftleri,tango adımlarını üsluplaştırdılar;erotizmini hafifleştirdikleri bu dansta,zarif bir şehevilikten başka bir şey bırakmadılar.1912’de Avrupa’ya geçen tango,İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar çok tutuldu,ardından bir gerileme (1945-1960) gösterdikten sonra,dansçıların sevgisini yeniden kazandı.Çeşitlendirilip çok karmaşık duruma getirilen adımlarla,ileri yürüyüşler,dönüşler,çıkışlar,yön değiştirmeler,habenara adımları(bedenin hafifçe sallanması ),
gezintiler vb. birbirine karıştırıldı.             
             Küba Habanera’sı  milonga ve Arjantin Tangosu’nun kökeninde ,tango ritmi vardır.Hemen hemen aynı şey olan milonga ve tango ,o sıralarda hızlı ve neşeli bir müzik niteliği taşıyorlardı.Özellikle bandeneonu da kendine kattıktan sonra tango, içselleştirilmiş ve daha ağır bir müzik olmaya doğru yöneldi.Bu görünümüyle dansa  olduğu kadar,şarkı ve salt müzikal anlatıma da uygun bir nitelik kazandı.Kuruluşu sağlam,dramatik,genellikle sevgilisi tarafından aldatılıp yüzüstü bırakılan erkeğin öyküsünü anlatan gerçek tango-şarkı 1917’de başladı.Türün ilk büyük yorumcusu olan Carlos Gardel (1890-1935 ),Mi noche triste adlı plağı bu yıl doldurdu.Celedonio Flores (Mano a mano ),bu dönemin bir başka ünlü sanatçısıydı. 
              1925-1935 arasında tangonun gezici elçiliğini yapan C.Gardel ve sözyazarı  Alfredo Le Pera ile birlikte ,uzak bir yer (Buenos Aires) ya da geçmiş zaman teması gibi başka temalar ortaya çıktı.Dünya bunalımı sırasında tango-şarkı,ahlakçı ve itirazcı Enrique Santos Discepolo sayesinde kendini yeniledi.40’lı yıllarda şairler,tangoda şaraptan,çiçeklerden,coşkulardan söz ettiler.
             XX.yy. sonunda Eladia Blazquez adlı bir kadın ,yorumcu olarak Susana Rinaldi’yle birlikte,tangonun sözcüsü durumuna geldi.Tango müziksel bakımdan zenginleşerek özerk bir çalgı türüne dönüştü.Başlangıçta temel çalgı gitardı.Piyano yavaş yavaş gitarın yerine geçerken,bandoneon da flütün yerini aldı.Böylece daha XX.yy.’ın başında ,örnek tango topluluğu oluştu:bandoneon,keman ya da daha genel olarak yaylı çalgılar ve piyano.
              En büyük tango bestecileri arasında,şu adları sayabiliriz:A.Villodo,V.Greco,E.Arolas,A.Bardi,J.C.Cobian,J.de Dios Filiberto,J.de Caro,A.Troilo,M.Mores,H.Salgan,A.Piazzolla ve J.Plaza.(6)




3-TÜRKİYE’DE BATILILAŞMA HAREKETİ VE TANGO


                Tango,hem müziğiyle hem de dansıyla tüm dünyada çok büyük yeri olan bir kültürdür.Türkiye’de tangonun ilk kez popüler olmasının cumhuriyetin kurulduğu döneme rast gelmesi tangonun bu değişim içinde simgeleşmesini doğurmuştur.
                19.yy.’da Türkiye’de batılılaşma ve kentleşme süreçleriyle birlikte yeni eğlence ihtiyaçları ortaya çıktı.19.yy. sonlarında “asrileşme” adı altında Batı’ya ayak uydurma,yani çağdaşlaşma süreci başladı.Cumhuriyet’in kurulmasıyla bu eğilimler daha da bir önem kazandı.O dönemde batılılaşma çağdaşlaşmayla eş anlamdaydı.Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Türk halkı ; siyasi,ekonomik,idari ve kültürel açıdan büyük değişikliklerle karşı karşıya kaldı.Fehmi Akgün’e göre; böyle bir dönemde halkın desteğini sağlamada tangonun önemli bir yeri vardı.(7)
 Doğan Hızlan ise; “Arjantin Tangolarıyla Türkçe sözlü tangoların bende yarattığı duygular çok farklıdır.Arjantin Tangosu içe dönmeye çağırır,Türkçe sözlü tangolar ise Cumhuriyet Rejimi’nin balolarını.”,diyerek bir dönemin simgesi olan ve geleneksel kültürle çok farklılıklar taşıyan tangoların, girdiği her ülkede farklılaştığına dikkat çekmek ister belkide.
              Cumhuriyet’in ilanından sonra ,her cumhuriyet bayramında ,her ildeki valinin ya da en üst düzey görevlinin başkanlığı altında ,halkevlerinin de görevlendirildiği birer komite kurularak,balolar düzenlenmesi gelenek haline geldi.Balolar halk için değildi.Balolara başta vali ,resmi erkan ve eşraftan kişiler katılıyordu.Baloya katılan erkekler frak giyiyorlardı.Bu dönemde rumba,bossanova,cha cha gibi Latin dansları yanında valsler,foksrotlar popülerken,tango da yavaş yavaş en azından kentlerde yaşayan Türk insanının hayatına girmeye başladı.Artık Türk insanı da çift olarak dans etmeyi öğreniyordu ya da öğrenmek zorunda kalıyordu.Özellikle cumhuriyet balolarına katılan resmi erkan ve eşraf,eşleriyle birlikte tango dansı çalışır,bu balolarda tango dansını en iyi şekilde icra etmeye özen gösterirlerdi.Balolardaki müzikler ya plaklardan ya da  her ildeki halkevinin orkestrası veya belediye orkestrası tarafından çalınırdı.Askeri yerlerde ise askeri bandolar çalardı.  
               Bundan önce ,Osmanlı döneminde batı müziği alt yapısı oluşmuştu.Örneğin
II.Mahmut zamanında İstanbul’da ilk baloların başladığı söyleniyor.Yaklaşık aynı dönemde devlet erkanından bazı paşalar Avrupa’ya gönderilerek, buralarda dans etmeseler bile,en azından balolara katılıp nasıl dans edildiğini izlemişlerdir.O dönemde bu paşalar bilinen “Osmanlı ağırlığı”yla  böyle şeyler yapmasalar da halktan insanlar Beyoğlu’nda çeşitli yerlerde gayrimüslim kadınlarla dans etmeye başlamışlardı.Dans hocalığının geçmişinin bu dönemlere (son Osmanlı törenleri de dahil ) dayanması muhtemeldir.Beyoğlu’nda bir dans stüdyosu vardı,en önemli dans hocası ise Panosyan’dı.(8)
              Cumhuriyet’in ilk yıllarında dansın ve baloların yayılmasıyla birlikte Beyoğlu’nda salonlar kiralanıp,balolar düzenleniyordu.Bu dönemde gayrimüslim kızlar balolardan önce,isteyenlere foksrot,rumba,tango gibi dansları öğretiyorlardı.Balo öncesinde çalışanlar ,akşam da balolara gidip,öğrendiklerini buralarda uyguluyorlardı.Dans hocalığı yapan kızlar balolara ücretsiz giriyorlar,gelenlerle dans ediyorlardı.Bu balolarda genellikle bilinen tango orkestraları çalardı,ancak çalışma sırasında plaktan çalışılırdı.
            O zamana kadar Osmanlılarda;bayram,sünnet,düğün gibi belirli zamanlarda ya da halkın kalabalık olarak katıldığı eğlencelerde sadece köçekler ve çengiler çağırılır,onlar oynatılırdı.Bu nedenle balolar ve bu tarz eğlenceler, halkın eğlence kültürüne çok yabancıydı.
Bu dönemde,kentlerdeki geleneksel müzikler (Yahudi,Rum,Ermeni müzikleri gibi etnik müzikler ) yeni gelişen eğlence hayatına ritmik açıdan yetersiz gelmeye başladı.Dolayısıyla batıdan gelen müzikler özellikle Beyoğlu’ndaki eğlence hayatına daha uygun geldiği için halk tarafından kolayca alınıp uygulandı.(9)
          Batılılaşma hareketi sürecinde halkın alışmak zorunda kaldığı yenilikler ,o kadar da kolay kabul edilmemiştir.Peyami Safa “Sözde Kızlar” adlı romanında tangonun ilk başlarda halkın bazı kesimleri tarafından nasıl algılandığından bahseder.Romanda; aktris olma hevesiyle evinden kaçan Hatice’nin sonradan Belma adını alarak ,kenar mahallelerden Şişli salonlarına atlamaya çalışırken ,batakhanelere nasıl düştüğü,sonra da savcılığa bir açıklama mektubu bırakarak intihar ettiği anlatılır.Hatice mektubunda, “Şişli salonlarında fing atanların ibret verici yaşam öyküsü”nü anlatır. “Eski Hatice,yeni Belma’nın ölüsü başında  çatkılı komşusu feryat ediyor:-Hatice... Hatice... kız,zavallı kız...seni tangolar öldürdüler!”
Burada kadın, “tango” derken,”halis Türk,dini bütün Müslüman mahallelerindeki ‘yeni’ kadınları kastediyor: 
             “Birkaç sene evvel dekolte bir moda yüzünden işitilen bu isim ,memleketin en kibar mahallelerine kadar her yere yayılmış,onlarca pek iğrenç bir zihniyete lakap yerine kullanılmış,bu güne kadar unutulmamıştı.Onlarca tango demek dinini,milletini sevmeyen,mahallesine,ailesine isyan eden,ırzını,namusunu satan,her günahı işleyen ve böyle,Allah tarafından,bin türlü hastalıkla hırıldıya hırıldıya gebertilen mel’un karı demekti.Onlarca, bu memleketteki açlık ölümlerine kadar her felaketin:Yangınların,koleranın,İspanyol hastalıklarının,kuduzun bir tane sebebi tangolardı.”(10)
              II.Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’de özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti çeşitli yenilikler gerçekleştirmeye çalıştı.Faaliyetlerinden birisi, öğretmen okulları Darülmuallimat’ı,yani kız ve erkek öğretmen okullarını kurarak Türkiye’de ilk kez batılı anlamda öğretmen yetiştirmek oldu.İkinci bir faaliyetleri de “Türk Ocağı” denen kurumları açmak oldu.Buralarda şiir dinletisi,tiyatro gösterileri yapılıyor,müzik dersleri veriliyor,çeşitli yayınlar çıkarılıyor ve gençler buralarda bulunan kütüphanelere gelerek kitap okuyorlardı.Yani bu kurumlarda her türlü kültürel etkinlik bulunuyordu.Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Türk Halkevleri ve Halk Ocakları’na dönüşen bu kurumlar kentlerden  nahiyelere kadar yaygınlaşarak faaliyetlerini sürdürdü.Bunların da kendilerine göre kültürel etkinlikleri,yayınları ve kütüphaneleri vardı.
Örneğin bazı halkevleri ( Ankara,Eminönü,Isparta Halkevleri gibi), ‘Halkevi Dergisi’ çıkarıyorlardı.Bu dergilerde Türk kültürü,halk edebiyatı, halk kültürü üzerine araştırmalar,incelemeler,şiirler,hikayeler ve çeşitli yazılar yayınlanıyordu.Bunun dışında halkevlerinde resim dersleri veriliyor,sergiler açılıyor,tiyatro gösterileri ve konserler oluyordu.Halkevlerinde müzik dersleri de veriliyordu.Bu derslerde hem halk müziği,hem de batı müziği öğretiliyordu.Halk müziği derslerine hem çalgı (bağlama),hem halk dansları giriyordu.Batı müziği derslerinde;klasik batı müziği yanında marşlar, serenadlar,valsler, tangolar öğretiliyordu.Bazı halkevlerinin kendi orkestraları vardı.(11)
               1950’li yıllarda Demokrat Parti iktidara gelince ,Halk Partisi’nin propaganda yerleri olarak bilinen halkevleri kapatıldı.Daha sonraları halkevleri haklarını aramaya çalışsalar da,bir daha eski hallerine dönemediler;çünkü kütüphaneler dağıldı ,yayın faaliyetleri durdu,her türlü etkinlikleri sona erdi.Halkevleri,Halk Partisinin toplumsal örgütü olarak ,partinin öz değerlerini gerçekleştirmeye çalışan teşkilatlardı.( Bela Bartok,Adnan Saygun’la birlikte Anadolu’da yaptığı derleme gezisinden sonra yayınladığı kitapta,halkevlerinden “Halkevi Partisi” diye bahseder.)(12)
             Yaklaşık aynı dönemler olan 1950’lerde,tangonun popülerliği gittikçe azalmaya başladı.1960’larda da tamamen ortadan yok oldu.Disko devrinin başlaması bunun en büyük nedenlerinden biriydi.
Murat Belge’ye göre;tangonun ortadan yok olması,o zamana kadar Latin dünyasının etkisinde olan popüler müziğin ve dansın,o dönemde Anglo-Sakson dünyasının etkisinin daha baskın bir duruma gelmesindendi.Bu dönemde cha cha cha ,rumba,mambo,bossanova,ayrıca swing,slow diye adlandırılan türler vardı.Slow dansta herkes bir şekilde ,sağa sola sallanıp ortalıkta gezinerek,kendini kurtarırdı.Ancak tango, vals,mambo gibi danslar daha fazla beceri gerektiriyordu.Bu nedenle disko ve pop dönemi başlayınca kurallı olan bu danslara rağbet azaldı.(13)
           En yaygın dönemini 1930’lu yıllarda yaşayan tango müziği ,giderek yabancı kaynaklarından kısmen de olsa arınıp,kimi zaman türk müziği makamlarından da yararlanılarak,bestelenmeye başlandı.İbrahim Özgür,Necip Celal,Fehmi Ege bu bestecilerin başlıcalarındandı.Bu dönemde tangoyu,Latin Amerika’daki biçimiyle Türkiye’de icra eden ilk kişi Orhan Avşar oldu.Seyhan Hanım ve İbrahim Solmaz 1930’larda;Zehra Eren,Celal İnce 1950’lerde en tanınmış tango yorumcularıydılar.Tango söyleyen sanatçılar arasında en uzun süre sahnede kalan Şecaattin Tanyerli,adını taşıyan orkestrasıyla Cemil Başargan,Fehmi Ege’nin oğlu Esin Engin,bu müziği ve dansı, günümüze kadar yaşatmaya çalışan sanatçılardır.
(14)
           Ne ki; ülkemizde seçkin kültür olarak ortaya çıkan ve seçkin bir sosyal kesimin simgesi olarak varlığını sürdürmeye çalışan  tango ,popüler kültürün yaygınlaşıp ,baskın hale gelmesiyle; sadece bir grup tangosever tarafından hatırlandı ve canlılığı korunmaya çalışıldı.1970’li yıllarda “Tango Sevenler Derneği” adında bir dernek kuruldu.Buna Nedim Erdoğan önderlik etti ve derneğin birkaç yüz üyesi oldu.Dernek 1980’deki askeri darbeden nasibini alarak kapatıldı.


4-GÜNÜMÜZDE TANGO


             Günümüzde,iktidarın kendini yeniden yapılandırma süreci görünen o ki;bir dizi restorasyon ile mümkünmüş gibi görünüyor.Bu çabaların sonucunda, yine,yeniden bir coşku yaratılmaya çalışılıyor:Cumhuriyet Baloları ve tangolar...Ancak bu balolar ne ilklerine benziyor,ne de yapılan tangolar o dönemlerin hazzını veriyor.Geleneksel,seçkin ve popüler kültürün kendine has bileşkesini yaratan insanlarımız,yaşam alanlarına uygun ve kendilerini ifade edebilecekleri eğlence kültürünü tercih ediyor.
             Ne ki, tangonun ortaya çıktığı eskinin La Plata Nehrinin batı kıyısını aratmayan,artık ülkemizin kentlerini kuşatan ,kimilerinin ‘varoş’ diye adlandırdığı yerlerde bolca bulunan compadre ya da compadrito’ların yerli versiyonları ‘bıçkın delikanlılar’,kendilerini anlatan tamamen yerli bir tango yarattılar:Acının ,anlaşılamazlığın,açlığın sefaletin ve kaderin müziğini;Arabesk...Doğaldır ki; yaşamda karşılığı olan her şey yaşar.Maddi zeminden kopuk olan sanatın her türü yok olmaya doğarken mahkumdur.Konumuz arabesk olmadığı için bunun üzerinde durmayacağım.Sadece tangoya,ortaya çıkış itibariyle benzeşmesi anlamında, arabeskin sosyal konumuna değinmeyi uygun gördüm
            Yaşamın ta kendisi olan tangolar,olanca saflığıyla,bambaşka bir tarzda varoşlarda yaşanırken; Armada Otel’de,İrish pub’da  haftada bir ‘Tango Gecesi’ düzenleniyor
             Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi ,yine seçkinleşip yeni bir kimlik kazanmış olan tango,yine seçkin kültürün üyelerince nostalji gecelerinde esiyor.
.            Bunun dışında,tangonun bütün dünyadaki gelişim çizgisine paralel olarak,Türkiye’de de eski parlak günlerini çoktan geride bırakan Türkçe tangolar,bugün bir avuç idealist tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır.Nedim Erağan başkanlığındaki “Tango Dostları Derneği”; konserler,geceler düzenlemekte ve tango sevenleri bir araya toplamak için gayret sarfetmektedir.
            Engin Ege yönetimindeki İstanbul Radyosu Tango Orkestrası ise TRT Radyo 1’deki kayıtlarını sürdürmektedir.Piyanoda Celal Akatlar,akordeonlarda Engin Ege,Edvard Aris ve Ergin Artun,kemanlarda Vedat Evren,Nilgün Lü,Perran Akpınar,Hakan Şensoy,çelloda Firdevs Burçkin,klarnette Cevdet Tokuşoğlu,kontrbas Metin Irmak ve bateride Tümay Sayar’dan oluşan orkestraya Şecaettin Tanyerli solist olarak katılmaktadır.Engin Ege repertuarında bazı Arjantin tangolarına ve valslerine de rastlanıyor.
            Müzik yaşamına pop müziğiyle başlayan Erdener Koyutürk ve kardeşi Özdener Koyutürk’ün bazı beste ve düzenlemelerini de kendilerinin yaptıkları,yakında bir ikincisini tamamlayacakları kaset çalışmaları vardır.Koyutürk kardeşler genellikle babaları Necdet Koyutürk’ün tangolarına yeni yorumlar getirmektedir.(15)








5-SONSÖZ YERİNE



           Kısaca araştırmasını yapmaya çalıştığım bu konunun sonucu Horacio Ferrer’in alıntısıyla özetlenebilir:
         “Tango,dört ayrı fakat birbiriyle ilişkili sanat olan müzik,dans,şiirsel şarkı ve yorumdan oluşur.Buenos Aires’de bir asırdan fazla bir zamandır yaklaşık sekiz kuşak boyunca devam edegelen sanatçıların eseri olarak tango,tanınmış evlerin avlularında,genelevlerde,kenar mahalle barlarında oluşan karakterini ve orijinalliğini tamamen korumuştur.Bu nedenle de tango bu güne kadar,gizliliğin hoşluğunu ve çekiciliğini koruyabilmiştir.Buenos Aires’de gece hayatı bohemdir,şarabın arkadaşıdır ve tango özgürlüğe bağlılığıyla yaşamını sürdürmüştür.Canlı ve süregelen bir sanat olarak 30 binden fazla sahnede sunulmuş eserler ve 50 bini aşan plak ve bant kayıtlarındaki yorumlarla Buenos Aires’in bir ayini gibidir.
TANGO’YU ÇALAN ,SÖYLEYEN VE DANS EDENLER TANGONUN BAŞKA  BİR HAYATI DEĞİL,KENDİ YAŞAMLARINI DİLE GETİRDİĞİNİ ANLATIRLAR.
TANGO YAŞANIR DA.HER OLAY YENİ BİR TANGODUR....”


6-DİPNOTLAR


(1)   Akgün,Fehmi,Yıllar Boyunca Tango-1865-1993-,Pan Yay.,1993,İst.,sa.,13-14-15.
(2)   A.g.e,...sa.,2-3.
(3)   A.g.e.,...sa.,1.
(4)   A.g.e.,...sa.,5.
(5)   A.g.e.,...sa.,7.
(6)   Büyük Larousse,Milliyet Yay.,cilt.21.,sa.,11205-11206.
(7)   Akgün,Fehmi,Yıllar Boyunca Tango-1865-1993-,Pan Yay.,1993,İst.,sa.,109.
(8)   Belge, Murat; görüşme.
(9)   Belge,Murat; “Kanto-Operet”,Taş Plak Dinletisi,Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi,11 Mart 1996,Röportaj Notları.
      (10)      İleri, Selim, “Tango Bir Nostaljidir”,Argos Dergisi,S.2.,Ekim 1988,sa.,141.
      (11)      Onaran ,Alim Şerif; görüşme.
(12)      Belge,Murat;görüşme.
(13)      Belge,Murat;görüşme.
(14)      Büyük Larousse,Milliyet Yay.,cilt.,21.,sa.,1206.
(15)       Fehmi ,Akgün,Yıllar Boyunca Tango-1865-1993-,Pan Yay.,1993,İst.,sa.,117-118.












7-KAYNAKÇA




-         Akgün,Fehmi,Yıllar Boyunca Tango 1865-1993,Pan Yayınları,1993,İstanbul.
-         Büyük Larousse,Milliyet Yayınları,cilt,21.
-         Denizhan,Eşref, “Tango” maddesi,Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,cilt,7.,Kültür Bakanlığı Yayınları,1994,İstanbul.
-         Erağan,Nedim,Tramvaylı Günler Ve Eski Tangolar,Altın Kitaplar,1994,İst.
-         İleri,Selim, “Tango Bir Nostaljidir”.,Argos,Ekim 1998,2.Sayı (sa.,141-144).
-         Koyutürk,Erdener, “Sevdim Bir Genç Kadını”.,Cafe Pazar,14 Nisan 1996,(sa.,22-23).
-         Onaran,Alim Şerif, “Tango Müziği Yeniden Aranıyor”.,Gösteri,Temmuz 1983,No:32,(sa.,56-57).
-         -------------------    “Tangolar Ve Tango Edebiyatı”.,Yayınlanmamış Ders Notları,Levent,7 Mart 1995.  

              





DAVUL – TÖREN – İKTİDAR  ÜÇGENİ

                                            Davul ritmin aracıdır. Ritim  ise uyum ve  düzeni  sağlar.

Bu yazıda; günlük yaşantımızda bizi eğlendiren; irili ufaklı bir çok modeli ile farklı tınılara sahip ve geçmişi, insanlığın tarihi kadar eski olan davulun iktidar ve törenle olan ilişkisini inceleyeceğiz. Böylesi bir ilişki aslında üflemeli aletlerle de kurulabilir ama  davulun ritim özelliği nedeniyle, öncelikle ‘davul’ üzerinde duracağız.
Kurgulanan her simgeler sistemi, geniş kitleler arasında ne kadar yaygınlaştırılabilirse o kadar işlev kazanır. Kitleleri bu kurguya inandırmak, bir arada tutmak, yönlendirmek, aynılaştırmak; böylece düzeni sağlamak her tarih öncesi ve tarih sonrası toplumda mevcut erkin  özlemi  durumuna gelmiştir. Kitle yaratma, kitleyi genişletme ve büyütme için de çeşitli yollara başvurulmuştur. İşte bu araçların en önemlisi,  bizce ‘ritim’dir.
Ritim, özgün anlamıyla ayakların ritmidir. Her insan yürür ve yürümek için önce birini sonra diğerini yere bastığı iki ayağını kullandığından, ancak bunu tekrarlayarak hareket edebildiğinden, ister istemez ritmik bir ses ona eşlik eder. İki ayak hiçbir zaman yere aynı kuvvetle basmaz. Aralarındaki fark bireysel yapı ya da ruh haline bağlı olarak daha büyük ya da küçük olabilir.
Hayvanların da kendilerine özgü yürüyüşleri vardır. Onların yürüyüşlerindeki ritim, insanların yürüyüşlerindeki ritme oranla daha zengindir ve daha kolay algılanabilir; toynaklı hayvanlar yürürken davul gibi ses çıkardıklarından daha kolay tanınırlar. Hayvanların yürürken çıkardığı bu ritim, ilkel insana esin kaynağı olmuş, ritme ihtiyaç duyulan ayinlerde kullanılabilecek bir aracın da icadına yol açmıştır.
Çoğu sözlükte, “Büyük ve enlice bir kasnağın iki yanına deri geçirilerek yapılan,
 tokmak ve değnekle çalınan çalgı.”[1] , biçiminde tanımlanan ve “Davulun sesi kulağa uzaktan hoş gelir.”, “Davul çalsam işitmez.”, “Davul belinde, tokmak elinde.”, “Davul gibi şiştim.”, “Davul tozu” gibi bir çok atasözüne ve deyime kaynaklık eden ‘davul’un erk ile ilişkisini kanıtlayabilmemiz için; öncelikle neolitik devirdeki inanç sistemine bakmamız gerekir.
Arkeolojik bulgular, paleolitik dönemde başladığı sanılan inanç sistemi birikimlerinin, neolitik dönemde çeşitlenerek ana ve ata kültünün birlikte bir simgeler sistemine dönüştüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla neolitik dönemde ikili bir tapım sisteminin varlığından söz etmek mümkündür.
“...neolitik yerleşimlerin ‘din’inin bir ata kültünün yanı sıra, doğanın ön görülmez koşullarını insanın yararına çevirerek ürünü güvence altına almaya yönelik, bu amaçla doğal olayları denetlediği varsayılan güçleri, kanlı-kansız sunularla, çalgılı- danslı ayinlerle etkilemeye çalışan (...) bir inanç ve tapım sistemi olduğu söylenilebilir.”[2]
Alıntıdan da anlaşılacağı gibi neolitik dönemde ikili bir toplum kurgusu vardır ve bu toplulukların da inanç-tapım sistemleri doğal olarak farklılık göstermektedir. Bu anlamda neolitik tarım toplulukları yukarıda sözü edilen çalgılı-danslı ayinlerle doğaya egemen olmaya; neolitik çoban toplulukları ise bir kişinin(şamanın) başkanlığında davul aracılığı ile ruhlarla ilişki kurup, onlardan aldıkları güçle, doğa üzerinde etkin olmaya çalışmaktadır.
          Şamanlık denilen büyüsel-dinsel bir sistem, bilinen tüm çoban topluluklarında    gözlemlenir. Şamanlık her şeyden önce, toplu ayinlerle gerçekleştirilen neolitik tarım- merkezli kültlerin tersine; bireysel bir uygulamadır. Bu anlamda çok tanrılı inanç sisteminden tek tanrılı inanç sistemine doğru gidişin de ilk habercisidir. Çünkü; şamanist bir toplulukta bütün yetki ve erk, ata ruhlar tarafından şamana verilir. Ata ruhlar neyin nasıl olması gerektiğini şamana, o da bunları ayin sırasında topluluğun diğer üyelerine aktarır.
Bedensel bir anomali, epilepsi, sanrılar gibi durumlar şaman adaylarının belirlenmesini sağlar. Şaman adayı, uzun ve dayanılmaz fiziksel acıları da içeren bir yalıtılma evresinin ardından, ata ruhları tarafından parçalanarak yenir ve yenilenmiş olarak dünyaya geri döner. Yaşlı ve deneyimli şamanlarca eğitildikten sonra görevini uygulamaya hazır duruma gelir.
         Şamanın misyonu, hemen her şamanist topluluğun ortak unsuru olan davulun eşliğinde giderek hızlanan bir ritimle dönmek ve bu dansın bir anında transa geçerek ruhunun bedenini terk edip kozmik bir yolculuğa çıkması, ruhlarla temas etmesi ve geri döndüğünde hazır bulunanlara öte dünyadan mesajlar iletmesi iddiasından ibarettir.
         Şaman, topluluğun sağaltıcısı, bilicisi, astrologu, doğum ve ölüm gibi anlarda bireylere eşlik eden, kutsal mitlerin koruyucusu, ayinlerin gözeticisi, kabile takviminin uygulayıcısı, hayvanların efendisi ve kurbancıdır. Tüm bu işleri davul eşliğinde gerçekleştirir. Örneğin astrolojik olaylarda; şaman inançlarına göre, güneş ve ay ile kötü ruhlar mücadeleye kalkışırlar, bazen onu, yakalayıp karanlık dünyalarına sürüklerler. Güneş ve ayın tutulma sebebi budur... Güneş ve ay tutulduğunda, şamanlar, bunları kötü ruhların elinden kurtarmak için bağırıp, çağırırlar, davul çalarlardı.[3]
Kötü ruhlarla mücadelede davulun çok önemli yeri vardır. Öte yandan “davul Arapça’daki ‘tabl’ ve Acemce’deki ‘duhul’ kelimeleriyle hem eş seste, hem de eş anlamdadır. Buna rağmen Buryat dilinde ‘dakhul’ kötücül ruh, ölmüş yoksul kişinin ruhu anlamına gelir. Kötücül ruhların şamanın işleri arasına girdiği ve bu faaliyetinde davula geniş ölçüde baş vurulduğu düşünülürse; bu bağlantıda kandırıcı bir değer taşır.[4]
Şamanın rutin işlerinden olan ritüel ayinlerde, ruh ve davul iki önemli olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Davulun işlevi ruhlarla ilişki kurmaktır. Ruhlarla kurulan bu ilişki davul olmaksızın mümkün değildir. O halde davula özel bir itina göstermek gerekmektedir. Davulun yapılmasında kayın, sedir ağaçları, deri, madeni süsler, kıl sicim kullanılır. Şaman ölünce davulu parçalanır ve bir ağacın dalına asılır; şaman bu ağacın yanına gömülür. Davulun tokmağı da özel bir törenle hazırlanır. Tokmak, kayın ağacından ya da geyik boynuzundan yapılır. Altay Şamanlarının davullarında resimler vardır. Bunlar güneşi ve ayı, ebemkuşağını, tanrısal kayın ağacını, derisi davul için kullanılan kutsal geyiği gösteren şekillerdir. Bazı davullarda eski devirlerdeki Şamanlara, ruhlara, kurbanlık hayvanlara, din ve törenlerine ait resimler bulunur. “Beltir Şamanlarının davullarında yedi sarı kız, kurbağa, yılan, kayın ağacı, geyik, yıldızlar, hastalık taşıyan ruhların resimleri vardır.”[5]
Türklerde davul binlerce yıldan beri kullanılan bir çalgıdır. Genellikle bir hakimiyet işareti sayıla gelmiştir. Hun Türklerine gelin gelen ve ünlü bir şair olduğu söylenen bir Çin prensesi, manzum mektubunda Hunların “davulu her gece, güneş doğana kadar dövdüğünü” yazmıştır. Romalılar, Asya ordularıyla her savaşta gök gürültüsü gibi ses veren yüzlerce davulun sesi önünde şaşkına dönerlerdi.
Radlof, ‘Sibirya’dan’ adlı eserinde; ayin sırasında şamanın davulu tütsülemesini ve davulla oyunu şöyle anlatıyor;
“Şaman davulunu eline alarak, tütsüler, sonra kendisinin şaman elbisesini giyer ve davulu tekrar alarak ateşin üstüne sessizce tutar, öyle ki, duman davulun her tarafına dokunur. Bundan sonra şaman bir iskemle üzerine oturarak ağır ağır orbu ile vurmaya başlar ve ciddi bir sesle ruhları çağırmaya koyulur. Çağrılan her ruh şamana; a kam ay! diye cevap verir. Ve şamanın davulunun içine alınır, oda bunu her defasında davulun münasip bir hareketi ile açık olarak gösterir... Davulun içine kabul edilen ruhlar çoğaldıkça şamanın davula vuruşu şiddetlenir. Kollarında taşıdığı davulu şimdi o kadar ağır gözükür ki, yükün artmasıyla sağa sola sallanmaya başlar. Nihayet şimdi şaman yerinden kalkar, çadırın içine dikilmiş olan kayının etrafında birkaç defa döner, sonra kapıya doğru yürür, kapıya vardıktan sonra ayakta olduğu halde tevazu ile kapı sahibine(orada mevcut olduğu sanılan ruha) döner ve diz çökerek; kendi beyi önündeymiş gibi derin derin eğilir.”[6]
Çoban toplulukların simgeler sisteminde önemli bir işleve sahip olan şaman ve davulunun, tarihin her döneminde kurgulanan simgeler sistemi içindeki varlığı, bu gün bile izlerine sıkça rastladığımız eril iktidarın değerler sisteminin temeli olduğunun göstergesidir. Daha sonraki tarihsel dönemeçlerde, ürünün birikmesiyle kurumsallaşan inanç sistemi tapınakların ve rahip kralların erki ile sonuçlanmış; davul ise bu erkin baş tacı olarak, ayinle birlikte rahip kralların meşruluğunu sağlamak amacıyla tapınağın hizmetine girmiştir.
Arkeolojik veriler, Erken Sülale devrinin başlangıcında tapınağın ‘dinsel’in yanı sıra seküler alana da egemen olduğunu, desteklemektedir. Erken Sülale döneminde bulunan kamu binalarının hemen tümü, tapınak niteliğindedir. Tapınak, dinsel ve seküler erkin odağı olduğu kadar, aynı zamanda artı-ürünün saklandığı bir depo, zanaatçıların bağlı bulunduğu bir imalat ve ticaret merkezi, kısacası, siyasal ve iktisadi faaliyetlerin sevk ve idare edildiği merkezdir.[7]
Davul, alıntılarda sözü edilen tapınaklarda yapılan her türlü törenlerde, farklı şekilleri ile tarih boyunca kullanıla gelmiştir. Zamanla tapınaklar, saraylara; ayinler törenlere dönüşse de; davul iktidarların gözdesi olmayı sürdürmüştür. Çünkü; ayinler; sunusuz, çalgısız, çengisiz ve de davulsuz düşünülemez. Ayin ürünün bereketi için ne kadar önemliyse; davul da ayinin coşkusu için o kadar önemlidir ve asla onsuz olunamaz.
Hemen hemen her tarihsel-siyasal dönemde egemenin, halk nezdinde meşruluğunu sağlamasının bir aracı haline gelen davul; gökten gelen emirleri ve göğün elçisi olan erk sahibinin duyuru ve emirlerini iletmede etkin bir rol oynamıştır.
Örneğin Hitit’lerde, ölümünden sonra tanrı olan kral, kendi adına törenler, bayramlar düzenlemekte ve halktan, ona, adaklar, bağışlar yapılması istenmektedir. Yapılan bağışlar ise; ölü tanrı-kralın oğlu olan kralın sarayında ve onunla işbirliği halindeki tapınakta toplanmaktadır.[8] Elbette böylesi bir kutsanmışlık ayinlerle kutlanacak ve yine davulun öncülüğünde erkin meşruiyeti halka kabul ettirilmiş olacaktı.
Orta çağ Avrupa’sını adeta bir yangın alanına çeviren cadı avlarında, cadıların(!) yakalandığı ve mazlum insanların artık bunlardan kurtulacağı haberi ancak davul eşliğinde duyurulursa sevinç yaratılacak ve erkin gücü bir kez daha kanıtlanmış olacaktı. Yakılan büyük ateş kümeleri önce davulların gürültüsü ile kutsanacak, kötü ruhlar davulun dom domlarıyla püskürtülecekti.
Krallıklar koskoca imparatorluklara dönüştükçe; davul da tekillikten çoğulluğa terfi ederek, daha çok gürültü yapması ve sesini koskoca topraklara duyurabilmesi için asker taburlarının, atlı süvari birliklerinin önünde yerini almıştır. Yapılan savaşlarda, kuşatılan kalelerde, kale burçlarına dikilen bayrak törenlerinde davul, erkin öncü gücünün simgesi olagelmiştir.
Siyasi erkin hiç bir dönemde vazgeçemediği ayinler giderek kutsallığından arınarak törenleşmiş; ancak işlevleri itibari ile gelişen ve değişen dünyada çeşitlenerek hizmette kusur etmemiştir. Kralların, sultanların karşılanmasında yapılan törenler, bir zamanların kutsal ayini olsa da çalınan davullar hep aynı sesi çıkartmaya ve iktidarın sözcüsü olmaya devam etmiştir. Davul ve tokmak sarayın en gözde hizmetkarı olmuş, kanlı iktidar oyunlarında tacı kapanın hemen yanı başında, hiç itirazsız yerini almıştır. Sıra sıra kurulan darağaçlarında boynu vurulanlara, iktidarın gücünü ve her an her yerde olacağını göstermek için olanca şişkinlikleriyle hizaya durarak bağırmışlardır.
Tarihsel süreç içinde, siyasi erk; en ilkelinden tutun da en gelişmiş devlet şekline dönüşüp, tanrılardan gelen kutsallığından arınsa da, halk nezdinde meşruluğunu sağlamanın ve iktidarını sürekli kılmanın bir aracı olan davuldan hiçbir zaman vazgeçememiştir.  Devlet şekilleri, alınan topraklar, sınırlar, toplumsal yaşam değişse de; ayin/tören ve davula olan gereksinim yaşamın her alanında hep varolmuştur.
Davul ve törenin ortak coşku ve ortak tavır yarattığı konusuna gelinirse, öncelikle söylenmelidir ki; davul, kitlelerde aidiyet ve ortak bilinç yaratması bakımından tarih boyunca önemli bir rol oynamıştır. Hemen bütün törenlerde, davulun tokmağı, törene katılanlarda ortak bir coşku, ortak bir bilinç yaratır. Törene katılan herkes, davulun tokmağı ile ritme uyar. Aynı ritim uzun süre devam ettiğinde, ortak coşku yavaş yavaş kaybolur ve törene katılanlar, bu ortak coşkudan ayrılmaya başlarlar. Böylece tören gevşer ve çözülür. Topluluğun törene uzun süre aynı coşku ile bağlanması, davulcunun yeteneği ile yakından ilgilidir. Davulcu böylesi bir gevşemeyi gördüğü zaman, hemen ritim değiştirir ve gevşeyen töreni yeniden toparlar. Tören coşkusu davulun tokmağı ile başlar, yavaş yavaş yoğunlaşır; bu ortak coşku yükselip doruk noktasına çıkınca topluluğa yeni üyeler katılır. Kısaca ortak coşku ne kadar güçlü ise kitle o kadar büyür.
Her kitle büyüme ve gelişme eğilimi taşır. Törenler de kitlenin bu eğilimine hizmet eder.
“... kitlelerin üyeleri her zaman dini, askeri ya da törensel amaçlarla bir araya geliyorlardı; bu amaç ruh durumlarını kutsuyordu. Vaaza katılan bir adam kendisi için önemli olanın vaaz olduğuna dürüstçe inanıyordu ve oradaki çok sayıdaki dinleyicinin mevcudiyetinin ona vaazdan çok daha fazla tatmin verdiği söylenecek olsaydı, buna çok şaşırır, hatta hiddetlenirdi. Bu gibi kurumlara ilişkin bütün törenler ve kurallar temel olarak kitleyi ele geçirmeyi hedefler;[9] onlar bir kilise dolusu inançlı insanı, inançsız bütün bir dünyaya tercih ederler. Kiliseye gitmenin düzenliliği ve belirli ayinlerin bire-bir ve bildik tekrarı, kitleyi uygar bir deneyim gibi korur. Bu törenler ve bunların belirli zamanlarda tekrarı daha sert ve daha şiddetli ihtiyaçların yerini tutar.”[10]
Alıntıda da belirildiği gibi, ilkel ya da modern zamanların kurumları ve kuralları törenler aracılığıyla  kitleyi ele geçirmeyi hedefler. Kitle kuşatılacak bir kaledir; kuşatma törensiz olmaz; tören de davulsuz...
Her faaliyet uygun kitleyle yapılır. Örneğin yürüyüş kitlesi hızlı ve heyecanlı olmak zorundadır. Böylesi bir hız için  ritme gereksinim vardır. Diyebiliriz ki kitlenin hızını arttıran ‘ritim’dir. Bu nedenle “sıklıkla sözü edilen ve modern yaşamın çok temel bir parçasını oluşturan bariz kitlelerin - her gün gördüğümüz politika, spor ve savaş kitlelerinin -  hepsi hızlı kitlelerdir.”[11]
Politik bir kitlenin hız kazanması için ritme gereksinim vardır. Bunu sağlayan da davul ya da benzeri araçlarla çıkarılan düzenli seslerdir. Bu sesler kitle içinde yayılıp, hep birlikte söylendiğinde kitlede yoğunluk bir anda artar. Liderlerin konuşmalarındaki ritim de kitlede coşku yaratan önemli bir faktördür ve tesadüften ibaret değildir.
İlkel yaşam döneminde ritmin kitle üzerindeki egemenliği davul, boru ve benzeri araçlarla sağlanırken; modern zamanlarda ise bando takımı aynı işlevi görmektedir ve ritim törenlerin hala vazgeçilmez bir parçasıdır. Belirli bir ideolojiyi geniş kitlelere yaymak ve kitleyi yoğunlaştırmak için marşlar, sloganlar, yürüyüşlerle kullanılmıştır. İster dini ister dünyevi, bütün törenlerde ortak hedef kitleyi bir arada tutmak ve genişletmek olmuştur. Kitle ancak ve ancak tören sırasında kuşatılabilir. Tören de ritim aracılığıyla istenen amaca hizmet edebilir.
Bir futbol karşılaşmasında, izleyenlere ortak bir coşku kazandırmak amacıyla, amigolar trampet ve boru kullanarak slogan attırırlar. Bu durum bize, ilkel zamanların şamanını ve davulunu hatırlatır. Ya da bağırtı ve şamata aracılığıyla, doğa üstü güçleri kendi lehine çevirmek isteyen bir büyücüyü... Yine işçi ve memur yürüyüşlerinde saf tutarak, düzgün adımlarla yürüyenlerin ayak sesleri ilkel zamanların avlanma törenlerini çağrıştırır. Yürüyüşlerdeki ritim, davulun ritmi ile eş değerdedir. Hep birlikte söylenen sözler, aynı anda yapılan hareketler kitleyi kuşatan ve böylece kitlenin genişlemesini sağlayan bir ritüele dönüşür.
Bu arada ulusal günler ve ulusal bayramlarda yapılan törenler de; kanımca, bir zamanlar tapınaklarda rahiplerin yürüttüğü, kral ve kraliçe ya da oğlunun kutsanma ayinlerinin günümüze uzanan yansımalarıdır. Bu düşüncemize en iyi örnek ise Hitit’lerdeki festivallerdir. Hitit dinsel takvimi adeta bir festivaller takvimidir. Arkeolojik bulgularda yalnızca Hattuşaş için on sekiz festival sayılmaktadır. Festivallerin zamanında ve usulüne uygun olarak yürütülmesinden rahipler sorumludur. Her kült merkezinin kendi festival takvimi vardır. Kral (ve kraliçe) önemli merkezlerdeki dinsel festivallere katılmak zorundadır. En önemli Hitit festivali, ejderhanın öldürülmesinin canlandırıldığı purulliyas festivalidir ki; yeni yıla denk düştüğü sanılmaktadır. (Purulli Hatti dilinde ‘toprağa ilişkin’ anlamına gelir.) Bir Hitit festivalini Gurney’den aktaralım:
“Kral ve kraliçe halentuwa evinden dışarı çıkarlar. İki saray hizmetkarı ve muhafızlardan biri kralın önünde yürür, ancak soylular, saray hizmetkarları ve muhafızlar (-dan geri kalanlar) geride yürür. Palyaçolar kralın önünde ve arkasında arkammi, huhupal ve galgaturi (üç çalgı) çalarlar...
Sarı giysiler giymiş başka palyaçolar kralın yanında durur, ellerini havaya kaldırıp yerlerinde dönerler...
Kral ve kraliçe Zababa Tapınağından içeri girer. Mızrağın önünde diz çökerler, heykel-tapıcısı konuşur, haberci seslenir...
Kral ve kraliçe tahta oturur. Saray hizmetkarı altın mızrağın kumaşını ve lituus’u getirir. Altın mızrağın kumaşını krala verir, Lituus’u ise kralın tahtının sağına koyar. İki saray hizmetkarı kral ve kraliçeye elleri için altın bir kavanozda su getirir... Kral ve kraliçe ellerini yıkar. Saray hizmetkarlarının başı havlu verir, ellerini kurularlar. İki saray hizmetkarı kral ve kraliçeye diz örtüsü getirir. Zangoç önde yürür, masa hizmetkarları öne adım atarlar.
Zangoç önde yürür ve kralın oğullarına yerlerini gösterir.
Zangoç dışarı çıkar ve ahçıların önünde yürür ve ahçılar öne bir adım atarlar.
Zangoç yine dışarı çıkar ve ‘arı rahibin, Hatti’nin efendisinin ve Halki’li tanrının anasının’ önünde yürür ve onlara yerlerini gösterir.
Tören üstadı içeriye girer ve krala haber verir. ‘Ishtar’ çalgılarını getirirler- kral ‘onları getirsinler’ der. Tören üstadı saray avlusuna çıkar ve zangoca ‘Hazırlar, hazırlar!’ der. Zangoç kapıya gider ve şarkıcılara ‘hazırlar, hazırlar!’ der. Şarkıcılar Ishtar çalgılarını alılar ve hazır duruma geçerler.”[12]

Kökenlerine Tanrı ya da kral devletlerde sıkça rastladığımız bu tip örneklerin bire bir olmasa da benzer şekillerini modern devletlerde de görmekteyiz. Tüm ulusal törenler bando ile başlar, marşlarla devam eder, yürüyüşlerle son bulur. Ülkemizde devlet büyüklerinin ya da milletvekillerinin ziyaretlerinde izlenen tören nizamının, bir zamanların festivallerinden günümüze ulaşan izleri taşıması oldukça kayda değerdir. Davullu, zurnalı, oyunlu ve kurbanlı karşılama törenleri... Kurum ve kuruluşların açılışı da - belki de bereket için - bir çeşit törenle yapılır. Törene gelenleri çoğaltmak, bu kurum ve kuruluşların bekası için olmazsa olmaz kuraldır. Okullarda yapılan törenlerde, bayram kutlamalarında, yürüyüşlerde en ön sırada bando takımları saf tutmayı sürdürmekte; her gün içilen and, okul kitlesini amaca uygun olarak donatma ve şekillendirme işlevini yerine getirmekte; şeklen hizaya giren öğrencileri ruhen de tek hedefe ulaştırmak için biçimlendirmektedir. Belirli bir sistemin küçük parçalarından en büyük devlet törenlerine kadar hepsinde gözlenen ortak amaç ve tarz hemen hemen aynıdır. Onu yaşatmak ve geliştirmek için, kitleyi kuşatmak, var olma nedenini kavratmak gerekir. Çözülmeye başlayan uluslarda, ulusa duyulan güvenin yeniden sağlanması için sık sık törenlere başvurulur. Çünkü törenler ortak bilinci sağlayan, birleştirici bir işleve sahiptir. Çalınan marşlar ve bandonun ritmi kitlede coşku ve aidiyet duygusunu yeniden yaratır.
“Tüm törenler, şu ya da bu şekilde uzlaşmayı onaylamakta, çatışkıları gizlemekte ve hem hiyerarşi hem de cemaati desteklemektedir. Hangi ülke ele alınırsa alınsın, ayin, kralın seküler ve kutsal kimlikleri ve dünyevi ve göksel hiyerarşileri birbirine bağlayan örnek merkezi rolü üzerinde yoğunlaşmaktadır.”[13]
Her kitle kendisini başka bir kitleden farklı olarak kurgular: biz ve öteki. Bizi ötekinden ayıran farklılıklar ‘biz’i yaratırken; öteki de kendisini ‘biz’e göre kurgular. ‘Biz’ ve ‘öteki’nin sloganları, marşları, söylemleri farklıdır ama uydukları ritim aynıdır. Her iki kitleye de ortak coşku veren yine davul ve tokmaktır. O halde hangi kitle olursa olsun ritim hep aynıdır ve işlevi ortaktır. Bu ortak noktaya rağmen kitlelerin farklılaşması kendilerini diğer kitlelerden üstün görme duygusu etrafında örülmelerinden kaynaklanır.
“Hemen her toplumda, kendini ötekilerden üstün görme eğilimi vardır. Türkçe’deki ‘acem’ sözcüğünün, Farsça’daki karşılığı ‘Türk’tür. Toplumsal birlik ve dayanışmanın devamı ve korunması için, bu türden değer ve inançlara ihtiyaç (yok değildir)” [14] vardır.
O halde en büyük kitle olarak adlandırdığımız ‘insanlık’ tan tutun da en küçük kitle olan ‘aile’ ye  kadar, hepsinde farklılıkların öne çıkarıldığı bir değerler sistemi mevcuttur.
Günümüze baktığımızda seçim zamanlarında meydanları dolduran kitleler farklı müzikler, simgeler, semboller ve söylemlerle birbirinden kolayca ayırt edilebilir. Her siyasi parti kendisine kitle yaratmak için, kendisinin ötekinden farkını göstermek durumundadır. Bunu miting adı verilen törenlerle gerçekleştirir. Mitinglerin vazgeçilmez unsuru ise kitleyi hareketlendirecek olan ritimdir. Siyasi partilerin seçtikleri müziklere dikkat edilirse, bunların hayli hareketli ve ritmik oldukları görülür. Kitleyi düzene sokacak, heyecanlandıracak ve tek bir yumruk haline getirebilecek olan hızlı ritimler seçilir. Modernleşen günümüzde yavaş yavaş gözden düşmüş gibi görünen davulun yerini biçim olarak farklı ritim araçları alsa da; işlevi devam etmektedir.
Modern çağda, en gelişmiş teknolojilerin gündelik yaşamın her alanında var olmaya başlaması ile ilkel dönemlerin davul ve ayin/töreni tahtını kaybetmiş gibi görünse de; insanlığın şimdilik en son icadı olan bilişim teknolojilerinde değişen biçimiyle varlığını inadına sürdürmektedir. Ayarları bozulan bilgisayarlarımızı açtığımızda, karşılaştığımız görüntü, düşündürücü ve bir o kadar da şaşırtıcıdır: “sistem ayarları güncelleştiriliyor” yazısının sol tarafında bir trampet ve ona vuran iki çubuk. Bilgisayar teknolojisinin belli bir sistem doğrultusunda yaratıldığı düşünülürse; elbette bozulan sistem, onarılarak yeniden işler duruma getirilecektir. En son teknolojiyle üretilmiş olan bilgisayar sistemin yeniden yapılandırılması, en ilkel araç sayabileceğimiz – şeklen değişse de- davul (trampet) ile simgelenmiştir.
       Kanımca, insanoğlu yaşam serüveninde ne kadar ilerleme(!) kaydederse etsin, ilkel atalarının davul ve ayinini bilinç altından bir türlü atamamıştır. Klandan bu yana değişik formlarda örgütlediği toplum biçimlerinde kullandığı araçlar özde hep aynı kalmıştır. Tanrı Devletler, Kral Devletler, İmparatorluklar, Ulus Devletlerde kurguladığı sistemler ne olursa olsun; sistemi meşrulaştırmak ve geniş kitlelerin sahiplenmesini, onaylamasını sağlayabilmek için törenlerden, ritim araçlarından bolca yararlanmıştır. Gevşeyen toplum bağlarını yeniden yapılandırmak, aidiyet duygularını güçlendirmek için kitleleri törenlerle kuşatmış, gündelik yaşamın yalın temposuna farklı kaygılar sunarak, birlik ve beraberlik duygusu yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Aslında çağ, modern ya da modern-üstü olsa da insanoğlu klan ailesinden kalan alışkanlıklarını hala sürdürmektedir. Doğa ile savaşımı henüz bitmeyen insanoğlunun iç güdüleri yaşamında hala önceliklidir. Binlerce yıldır giydirilmeye çalışılan kimlikler onları mutlu etmeye yetmemektedir. Yoğun ve yorucu yaşam serüveni içinde bulabildiği kısacık zamanda hemen doğaya koşması; onun bin yıllar öncesinden tanıdık olduğu çevreye duyduğu özlemin bir ifadesidir. İlkel yaşama duyulan özlem, modern çağımızda herkesi kuşatan bir duygu haline gelmiştir. Dünyanın hemen bütün ülkelerinde yaşayan, farklı uluslara mensup insanların, son dönemlerde aynı yılgın ve bezgin tavrı göstermesi son derece açıktır.
Artık insanlar, onlara sunulan simgelerden, kimliklerden, yönetilmekten ve yönetmeye aday olanların söylemlerinden, vaatlerinden etkilenmediklerini,  tüm dünyadaki demokratik ülkelerde yapılan seçimlerde,  kullanılan oy oranının düşüşü ile göstermektedirler. Giderek kitlelerle bağını koparan insanlar hızla yalnızlaşmakta, törenler bile artık onları kuşatmaya yetmemektedir. Çünkü insanlık varoluşundan bu yana kendisinin istemi dışında gelişen ve onun gelişim seyrinin çok ötesinde olan farklı yaşam tarzlarına itilmiştir. Eskisi henüz içselleştirilmeden ortaya çıkan her yeni tarzda, geçmişe ait değerler sistemi kökünden sarsılmış, değişimlere ayak uyduramamıştır. Bizim ülkemizden örnek verecek olursak; Osmanlı teb’asından T.C yurttaşlığına geçişin, hiç de kolay bir tasarruf olmadığını görmekteyiz. Bu konuda Güvenç şunları yazıyor:
“Yenileşme programı, kararlı liderin ödün vermeyen iradesi ve inancı doğrultusunda uygulandı ama bir tarih/kültür boşluğu da yarattı. O güne değin müslüman olduğuna ya da doğduğuna şükredip”, “padişahım çok yaşa” diye haykıran Osmanli tebaası Türklerden, şimdi “Ne mutlu Türküm”, ya da “Yaşasın cumhuriyet” demeleri isteniyordu. Önderin yakın çevresinden başlayıp yayılan dalgalar halinde, Türkler bu gidişe ayak uydurmaya, gerilerde kalmamaya çalıştılar ama kişisel kimliklerini unutmak, gizlemek ya da yadsımak pahasına. Yaşanan deneyim, insanbilimcilerin, “zorla kültürlenme” (transkültürasyon) adini verdiği sürece benziyordu. Değişim, çocuklarla genç kuşaklarda, büyük kentlerin “Evropa” ile tanışmış aydın çevreleriyle, kurtuluş savaşına katilmiş asker-memur kadroları arasında görece -kolay değilse bile- daha hızlı gerçekleşti. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ya da Türk toplumu, yalnızca askerlerle memurlardan oluşmuyordu.”[15]
“Büyük çoğunluğu köylerde, geri kalanın çoğunluğu ise kasabalarda yaşayan halk, ‘Osmanlı Memalikini kurtarmak için’ kalkıştığı, ancak onun ötesinde bir değişimi değil talep etmek, hayal dahi edemediği bir kurtuluş savaşının ardından, geleneklerle biçimlenmiş kimliğine son derece ters yepyeni (üstelik de ‘gavur icadı’) bir biçimleniş dayatmasıyla karşı karşıya kalmıştı.”[16]
Alıntılardan yola çıkılırsa şu anlaşılıyor ki; çözülen kitleleri yeniden toparlamak, bir araya getirmek için değerler sistemi yeniden kurgulanmış, bu yeni değerler kitlelere çeşitli biçimlerde sunularak, benimsetilmeye çalışılmıştır. Her tarihsel durakta, iktidarlar tarafından davul ve tören kıskacında kuşatılan halk kitleleri giderek doğal orijininden uzaklaşarak, içi boş bir kabuğa dönüşmüştür. Böylelikle, her deneye açık hale gelerek, kendilerine yabancılaşmışlardır.
Yukarıda değindiğimiz gibi kitlelerde yaşanan değişim; toplumun kendi iç dinamiğindeki etkileşimlerin bir sonucu olabileceği gibi, dıştan gelen etkilerin de bir ürünüdür. Daha doğrusu, bu değişim dış ve iç dinamiğin bir bileşkesi olarak ortaya çıkmaktadır. Nasıl doğa, biyolojik bir evrimin en zengin bilgi arşivi ise, toplumun kültürü de, sosyal değişimin en güvenilir belgelerini içinde barındırmaktadır. Toplumun geçirdiği sosyal değişimlere karşın, bazı törelerin dayanıklılığı veya kalıcılığını (survival) görmekteyiz. Bunlar şeklen değişime uğrasa da işlev bakımından değişmemiştir.
Halkın gündelik yaşamında da bu tür alışkanlıkların izlerine, bir zamanların ayinlerinden günümüze ulaşan törenlere hala rastlanmaktadır. İnsanın yaşamı boyunca geçirdiği dönemler doğum, erginlik, evlenme ve ölüm olarak sıralana gelmiştir. Buna; sözlenme, nişan, sünnet ve asker törenlerini de katmak yerinde olur. Anadolu’nun bazı yörelerinde doğum adeta bir tören niteliğindedir. Doğan çocuğun erkek olması durumunda davul hemen imdada yetişir. Erkek nüfusa yeni bir bireyin katıldığı davul eşliğiyle duyurulur. Erkek çocuklarının erkekliğe ilk adımı sayılan sünnet törenleri bütün tanıdık, eş, dost ile birlikte davulun ortaklaştırıcı coşkusuyla yapılır. Yine bazı yörelerde görülen erginleme törenlerinde de def ve dümbeleklerle eğlenceler düzenlenerek, yaşamın bu yeni döneminde ergine destek olunmaya çalışılır. Elbette bu törenlerin hepsi ortaklaşılan bir bilinçle; yine davul ve benzeri araçların yardımıyla gerçekleşir. Evlenme törenleri ise daha geniş katılımlı olup, iki aileyi bir araya toplayan, bazen de bütün bir kasabayı kapsayan coşku ve sevinçle yaşanır. Bu törenlerin de vazgeçilmez aktörü yine davuldur. Asker uğurlamaları sırasında yapılan törenlerde de davul olmazsa olmaz bir araçtır.
Buraya kadar verdiğimiz örneklere günümüzde sıkça rastlamak ya da onların içinde yaşamak mümkündür. Kalabalığın büyüsüne kapılıp, aynı ruh ve bilinçle hareket etmek, tuttuğumuz takımın renklerini taşıyan bayrakları sallayıp, hep birlikte bağırmak, arabamıza atlayıp konvoya katılmak, kornanın ritmine göre haykırmak; davul, tören ve iktidar üçgeninde kuşatılmışlığın çağımızdaki yeni festivalini yaratmak...
Görünen o ki; insanlık serüvenimiz henüz bitmemiştir. Davul-tören-iktidar üçgeninde süren bu çetin serüven insanlığı kuşatmaya devam ederken; kuşatılmışlıktan sıkılanlar da yeni bir üçgenle kuşatma eyilimini sürdürmektedirler. Bu amaçla yapılan alternatif programlara dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür. Yeni bir toplum ve insan modeli kurgulayanların, en ilkelinden tutunda en gelişmişine kadar, gelenek-göreneklere hala büyük ölçüde gereksinimleri vardır. Yerine yenisini koymadan, eskisini yıkmak, insanı, bu güne değin donatan değerlerden bir anda koparmak, bu uzun yürüyüşte soluğumuzun yetmemesine neden olacaktır. Davul ve töreni halkın ihtiyaçları doğrultusunda, halktan gelen seslere kulak vererek kullanan iktidarlar, zaten zorla bir meşruiyet sağlama yoluna gitmeyeceklerinden, daha uzun soluklu ve halk için varlıklarını sürdürebilecekleri bir zeminde yaşayacaklardır.
Sonuç olarak; hangi toplum kurgusu olursa olsun, bu kurgu geniş kitlelere ulaştırılmalı, yaygınlaştırılmalıdır. Kitleler kuşatılarak büyümeli, hedefe ulaşılmalıdır. Bu da, davul ve törensiz  olamaz...

                                                                              13.10.2002
                                                                               Mesude Eğilmez
                                                                               mesudee@ixir.com




[1]  Milliyet Türkçe Sözlük, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu, cilt 1, İst. 1992, s. 341.
[2] Özbudun, Sibel, Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar, 1997, İstanbul, I. Basım, s. 50.
[3]   İnan, A.K, : Tarihte ve Bu Gün Şamanizm, I. Baskı, TTK Yayınları, Ankara 1976.
[4]  And, Metin, Orta Asya Dansları, Forum, c. 10, 110, 24-25, 1958.

[5] Meydan Larousse, cilt 5., s.62.
[6] Radlof, W., Sibirya’dan (Seçmeler), ı. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
[7] Childe, V. Gordon, Tarihte Neler Oldu. Çev. A. Şenel, M. Tunçay, Odak Yayınları, İstanbul, 1974.
[8] Altındal, Aytunç, Türkiye’de Kadın, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul, s.203
[9] Vurgu bana ait.
[10] Canetti, Elias, Kitle Ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, Çev:  Gülşat Aygen, 1998, s. 21
[11] A.g.e. ... s. 30

[12] Gurney, O,R. The Hittites, Suffolk: Pelican. Page: 153-155.
[13]  Özbudun, Sibel, Ayinden Törene, ... s: 118

[14] Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s. 5.

[15] Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993 Ankara, s: 250-252

[16] Tunçay, Mete, T.C’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınları, İstanbul 1989.