1 Mayıs 2016 Pazar

EYLÜL GEÇMEDEN BİR HATIRLATMA...

Eylül ayı, bugüne değin dünyadaki yoksul halkların aleyhine gelişen  dengelerin kurulduğu; ve insanlığın en kanlı saldırılarla kendi kendini yok ettiği önemli olaya tanıklık etmiştir. Bunlardan bir kaçı:
-Topluma ırkçılık tohumları saçan sorumsuz politikacıların, dış politikada güç kazanmak adına, kendi halkını birbirine kırdırdığı, 6-7 Eylül 1955’te yaşanan, Rum kökenli Türk vatandaşlarına ve onlara ait işyerlerine saldırı.
-Hala içinden çıkamadığımız ve bugünleri ona borçlu olduğumuz (!), 12 Eylül 1980’de yaşamak zorunda bırakıldığımız, askeri darbe.
-Finans kapitalin kendi iç kavgasının, tam ciğerlerinde patladığı ve faturanın yine mazlumlara kesildiği 11 Eylül 2002’de ekranlardan tanık olduğumuz, ABD’deki İkiz Kulelere yapılan intihar saldırısı.
Ve... Acılar, öfkeler, yerinden yurdundan edilenler...
Demeçler, brifingler, uçaklar, bombalar...
Çıkarlar, çıkarcılar, kan üstünden politika yapanlar...
Daha çözümlenememiş bir sürü soruna, yenilerini katanlar...
Dünya sarsılıyor, insanlık savruluyor...
Büyük büyük projeler uğruna, mazlum halklar karşı karşıya kalıyor. Filler güreşiyor, çimenler ise eziliyor.
Eylülü hatırlatmak, hafızaları canlandırmak istedim. Çabuk unutuyoruz, hiç ders almıyoruz yaşananlardan.
Bazı basın ve yayın kuruluşlarında, bugünlerde sıkça rastladığım, sözde ulusalcılık söylemleri altında yapılan haberlerin olası sonuçlarını geçmişe dönerek hatırlatmak istedim eylül ayı geçmeden.
Halkı, birbirine düşman edecek, din ve ırk ayrımını körükleyecek, dolayısıyla infial yaratıp, farklı kültürlere ve farklı dinlere karşı kin, nefret ve öfke yaratacak, haber niteliğinden uzak bazı karalamaların, manşetten verilmesinin sonuçları iyi hesaplanmalı; basın, üzerinde taşıması gereken sorumluluğu bir kez daha hatırlamalı diyorum.
Elbette, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını sonuna kadar savunanlardanım. Fakat, halkımızın yapısı iyi değerlendirilmeli, bu tür düşünceler işlenirken neden-sonuç ilişkileri de iyi hesaplanmalı. Ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemli olmalı bu tür konularda.
Dünyadaki dengeler ve gelişmelerden bihaber olunarak, bazı olguları anlamak ne yazık ki mümkün değil. Bir konuda düşünebilmek, kesin yargıdan uzak, “acaba”larla başlar. “Acaba”lar da kişiyi bilgiye götürür. Yani bilgisi olmayan düşünce de üretmemeli diyorum. Zaten üretince komik oluyor.
Sorumsuzluğun yol açtığı yıkımları çok yaşadı ülkemiz. Çocuklarımıza güzel bir dünya bırakabilmek için herkesi bu sorumluluğu üstlenmeye çağırıyorum.
Bu çağı beğenip beğenmemek kişinin özgürlüğüdür, hükümetlerin iç ve dış politikalarını beğenip, beğenmemek de. Ama halk için, halkı işaret ederek ya da bir grubu, bir başka halkı işaret ederek yayın yapmak, yazı yazmak kişi özgürlükleri dahilinde değerlendirilemez. Bu, tamamen sorumluluk isteyen bir iştir ve tam bu noktada, bir şeyleri söyleyip geçiverme özgürlüğü yoktur sorumluluk sahiplerinin.
İşte bu nedenle, yazının başında sıraladığım tarihlerden yalnızca birine değineceğim, 1955 yılı Eylül ayına. İşte bunun için bir alıntı:
“ 6 Eylül günü başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren, İstanbul ve İzmir’de azınlıktaki vatandaşlara ait dükkanların, kiliselerin yakılıp yıkılması, yağmalanmasıyla sonuçlanan barbarlık olayları, o dönemi yaşayanların belirttiklerine göre, Demokrat Parti’nin başlattığı bir gösterinin, denetim altına alınamamasından kaynaklanmaktadır. Görünüşte, Selanik’te Atatürk’ün  oturduğu eve ve Türkiye Konsolosluğuna bomba atılmasını protesto etmek amacıyla düzenlenmişti bu gösteriler. Gerçekte ise; Demokrat Parti’nin iç ve dış politikada tam bir iflasın eşiğinde bulunması nedeniyle hem halkı avutmak, hem de Londra’da, Kıbrıs konusunda görüşmeler yapan Fatin Rüştü Zorlu’ya bir çeşit destek vermek amacıyla başlatılmıştı. Olaylar ordudan yardım istenerek önlenebildi ve sabaha karşı sıkıyönetim ilan edildi. İstanbul’da bulunan Menderes ve öteki sorumlular, vilayette toplanarak, sıkıyönetim kararı alındıktan sonra, 7 Eylül tarihli gazeteleri getirerek sansür ettiler. Yeniden matris ve kalıp hazırlamak uzun süreceği için, gazetelerin sansür edilen başlıkları ezip, okunmaz duruma getirdikleri görülmektedir.
Türkiye’nin dış dünyadaki saygınlığını zedeleyen ve içte DP iktidarına karşı güvensizlik yaratan olayların sorumlusu olarak, gösteri ve yağma ile hiçbir ilişkisi bulunmayan solcular, bir de Kıbrıs Türktür Derneği yöneticileri tutuklandı.”[1]
Sanırım mesaj alınmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın: “Yazmayın, darbe olur.” Demiyorum... Yalnızca sorumluluk bekliyorum.



[1] Kabacalı, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı, Demokrasi Klasikleri, II. Baskı, Eylül 1999, s.245
DENGE VE ADALET


“Akıl Oyunları” filminde, bir aritmetiksel hesabın formüle edilmesi beni hayli düşündürmüş, aynı zamanda da keyiflendirmişti. Anımsadığım kadarıyla kurgu şöyleydi: İki arkadaş, geceyi birlikte geçirebilecekleri kız arkadaş bulabilmek için bara eğlenmeye giderler. Barda kendileriyle ilgilenen bir çok genç hanım vardır. Fakat o sırada çok güzel bir kız girer içeriye ve onlar, bu alımlı genç hanımla ilgilenmeye başlar. Ancak bir sorun vardır: onlar iki kişidir, kız ise bir tanedir. Bu durumda ikisinden birisi geceyi yalnız geçirmek zorundadır. Genç kız da hayli güzeldir. Ondan kolay kolay vazgeçilebilecek gibi de değildir. Ancak geliş amaçları bellidir.
Kızın güzelliği orada bulunan diğer kızları incitmiş, tüm gençlerin onunla ilgilenmesine neden olmuştur. Bu güzel kız yalnızca bir erkeği seçeceğinden, doğal olarak diğer erkekler de incinecek, yalnızca bir kişi mutlu olabilecek, diğerleri geceyi yalnız geçirecektir.
Bu durumda ne yapılabilir? Ya da nasıl davranılabilir?
En doğru olan, bu güzel kızla ilgilenmeyip, ilk başta ilgilendikleri kızlarla ilgilenmeye devam etmektir. Böylece, çoğunluk mutlu olacak, azınlıkta olan bir kişi geceyi yalnız geçirecektir. Yani denge çoğunluğun mutluluğu üzerine kurulmuş, böylece adalet sağlanmış olacaktır.
Belki filmdeki aritmetiksel formüller simgelerle açıklanabilir ama bunun en güzel toplumsal formülasyonu: “Denge bozulduğunda, adalet duygusu yok olur” cümlesiyle kurulur.  Ya da Denge yoksa, adalet de olmaz…
Şimdi bir film karesinden yola çıkarak, dünyaya bir bakalım. Siyasi olarak kuzey-güney ülkeleri diye tanımladığımız yeryüzü parçalarında yaşanan gelişmelere…
Gezegenin güneyinde yer alan koskoca Afrika Kıtası üzerindeki, sınırları cetvelle çizilmiş bir çok ülkenin gayri safi milli hasılası toplamı, bir ülkedeki bir tek şirketin gelirinden az ise, denge nerede?
Bozuk olan bu dengesizlik içinde adalet nerede?
Ta 1400’lü yıllarda yaşanan ilk globalleşme sonucu, her yüzyıl kuzeyden yana biraz daha ağır basan terazi kefesinde adalet ne geze?
1789’lardan bu yana kurulan ulus devletlerin sayısı bilmem kaç tane yeryüzünde. İmparatorlukları parçalayarak bu devlet modelini yaratabilmek için yaygınlaştırdıkları, vatan, millet, bayrak gibi söylemler bile artık aç ve yoksul insanları kendi topraklarında tutmaya yetmiyor.
Umuda yolculuklar ne vatan ne de millet tanıyor.
Kara Afrika’nın bağrında hala açlıktan binlerce çocuk ölüyor.
Tüm ırkların, renklerin, dillerin ve de dinlerin harmanı Avrupa, kendi kavramlarında boğuluyor.
Mavi, beyaz ve kırmızı yaşananları anlatmaya yetmiyor.
Ve Avrupa kendi yarattıklarından korkuyor.


Dervişin...


Geçenlerde kentimize gelen Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in konuşmasını büyük bir hayretle dinledim. O nasıl benzetmeydi Allah aşkına?... Kumadan başka örnek mi kalmamıştı  verecek? Belki bu talihsiz benzetmeyi duymamış olanlar vardır, hatırlatmakta yarar var bir kez daha.
Ne diyor sayın bakan?
“Bizi insafsızca eleştiriyorlar. Bizi eleştirenlere güzel bir örnek vereyim. Adamın iki karısı varmış. Hani kumalar birbirini çekemez ya! Büyük kadın kumasını, kocasının gözünden düşürmek için şikayet ediyormuş. Hani senin küçük karın var ya, o hiç hamur yoğuramıyor. Yoğururken de her yeri oynuyor...”
Anlaşilan bizim Milli Egitim Bakani, siyasi tartişmalari bile çok evlilik zemini üzerinde yapiyor.
Doğrusu bir bakana yakıştıramadım bu örneklemi.
Demek ki Milli Eğitimimiz cins ayrımcı bir temelde sürdürülmeye devam edecek ve kadınların aşağılanması üzerine kurgulanacak.
Tabi bu söylem bana geçmişte, bu bakanin sarf ettigi incileri (!) hatirlatti. Şöyle bir hafizamizi tazeleyelim ve “flört” konusuna dönelim. Ne demişti sayin bakan geçmişte?
 “Flört etmek fahişeliktir.”
Hatırladınız değil mi?
Şimdi taşlari üst üste koyalim. Bakalim ne çikacak?
“Kadınlar flört ederse fahişe olurlar. Evlilik öncesi, evleneceği kişi ile görüşülmeden evlenilmelidir. Çünkü bir fahişe ile evlenilmez. Eğer erkek evliliğinden memnun değilse, ikinci bir kadınla -hatta üçüncü ve dördüncü de olabilir- evlenebilir. Bu müessesenin adı kadın açısından kumalıktır. Kumalar da  birbirlerini çekemezler. Birbirlerini kocalarına şikayet ederler. Şikayet konuları da oralarının buralarının oynaması üzerinedir.”
Kısaca, bakan; siyasetteki tartışmaları, kadınların muzdarip olduğu gelenekleri esas alarak yapmayı tercih etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu da, kadının aleyhine seyreden mevcut sürecin, siyasette kimler tarafından ve nasıl kullanıldığının açık bir ifadesidir.
Ortaçağın gerisine düşen böylesi bir yaklaşım, 21. yüzyılın kadın gerçeğini anlamaya yetmeyeceği gibi mevcut kadın sorunlarına da akılcı çözüm getiremez.
Yani, bu bakanın, Milli Eğitimi ne kadar anladığı ve Milli Eğitimimize nasıl katkı sağlayacağı da tartışılmalıdır.
Elbette bunlar, ülkemiz için, insanımız için hiç de hoş olmayan durumlardır.
Kalite ve kariyerin denklik göstermediği her düzeydeki kurumlarımızın, acilen iyileştirmeye ihtiyacı vardır. Siyasette kantarın topuzunu kadınlar aleyhine her defasında kaçıran bir bakan ile Milli Eğitimin ne kadar bağdaştığı bir kez daha sorgulanmalıdır.
Ben, tüm kadınlar adına bakanı kınıyorum ve kadınlardan özür dilemesini bekliyorum ve diyorum ki;

“Dervişin fikri ne ise zikri de odur.”
“Ecnebi nasihatler”
AKP Hükümeti ile hız kazanan AB’ye üyelik süreci, sıkıntılarla devam ediyor. Buna bağlı olarak Avrupa ülkelerinde hiç tükenmeyen Türklük korkusu da yükseliyor. Bir Avrupalı ya da Amerikalı için, en tedirgin edici kimlik, şüphesiz Türklüktür. Rus olmak ikinci, Fars olmak üçüncü sırada gelir.
Yani, doğudaki o dönemin en büyük üç imparatorluğu, hala tehdittir bunlar için. Avrupalı, Osmanlı korkusunu aşamamış, hafızasında diri tuttuğu seferlerin hıncını, devlet biçimleri, devletlerarası ilişkiler değişse de olduğu gibi muhafaza etmiştir.
Avrupalı; bir yandan, Osmanlı’nın, Orta Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’daki izlerini yok edememenin verdiği sıkıntıyla, adeta bir paranoya yaşarken; bir yandan da Türkiye’nin oldukça genç ve eğitimli bir nüfusa sahip olması, tüm stratejik yolların üzerinde oturması bakımından onsuz olamayacağını bilmektedir.
Öyle ya, bir birlik ya küçülecek, ya da büyüyecektir. Bu birliğin temel sorunudur bana göre. Sıkıntı da nasıl büyüyeceği gerektiği ile ilgilidir.
***
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, zaten Avrupa’da olan Osmanlı’nın kurum ve kuruluşlarını devralarak kuruldu. Ve Osmanlı’nın, yine kendisi gibi döneminin en büyük Doğu İmparatorluğundan biri olan Çarlık Rusya’sı ile her daim kavgalı bir durumu vardı.
Doğunun üç kimliği; Türk, Rus ve Fars, tarihin hiçbir döneminde bir ittifak kuramamışlar, doğunun en büyük imparatorluğu olma yarışında hep karşı karşıya gelmişlerdir.
Bu imparatorluklardan geriye kalanlar, devlet biçimlerini değiştirmiş de olsalar, geçmiş tecrübelerle hareket etmektedirler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hariç. Çünkü O, Osmanlı’nın red-di mirası üzerine kurulmuştur.
İşte bu durum da, onun hafızasını silerek, bugün atacağı adımlarda, kuracağı ittifaklarda şaşırmasına neden olmuştur.
***
Bugün birlik gündemi iki ayrı seçenek ile karşımıza çıkmakta; ya Avrupa ya da Asya…
Tüm hesaplar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Avrupa içlerinden atıp, doğulu üç imparatorluğun sınırlarına hapsetmek üzerine kurulu.
Yani doğu-batı ikileminde, doğuyu kendi sınırlarında tutmak; böylece de doğunun ön kapısı Türkiye’yi AB kapısında oyalamak…
***  
AB’nin istediği reformlar, Türkiye insanı için zararlı, fevkalade tehlikeli şeyler mi?
Hayır…
Aksine bireyin, en büyük örgütlü güç olan devlet karşısında haklarını korumaya yönelik yasalar…
Bu yasalar, devletin gücünü zayıflatır mı peki?
Aksine gücüne güç katar. Eğer hayata geçmezse, devlet kendisini halktan korumak için çabalar. Bunun sonucu da belli; baskı, hakların budanması ve zulüm…
AB’nin devletler düzleminde hesapları olabilir ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de kendi insanının refah ve mutluluğu için hesapları olmalı; aynı zamanda da dünya devletleri ile ilişkilerinde…
Tarihte, “Ecnebi örnekler” ,“Ecnebi nasihatler” hatta “Ecnebi taktiler, stratejiler” hep olmuştur… Olacaktır da…
İttihat Terakki’nin bu nasihatlerden, bu stratejilerden beslenerek, Birinci Dünya Savaşı’nı başımıza nasıl bela ettiği unutulmamalıdır. Çanakkale ve Sarıkamış’ın arkasında yatan ideolojik yaklaşım, yapılan ittifak bugün yeniden değerlendirilmelidir.
Güçlü devletler, halklarının çıkarına olabilecek ittifakları kurmak zorundadır. İttifaklar içinde bulunmak, o ülkenin ilhakı demek değildir. Çünkü dünya üzerinde hiçbir devlet yalnız değildir, yalnız yaşayamaz da…
Devir, küresel dünyada nasıl durmak gerektiğini anlayıp, ona göre hareket eden devletlerin devri olacaktır.

Şimdi, akıllı davranma zamanı…
Doğrudan Demokrasi
Herkesimden demokrasi talepleri yükselir, herkes demokrat kesilir ya zaman zaman. Kim kendini tanımlamaya kalksa iyi bir demokrat olduğunu söylemeden geçemez her ne hikmetse. Nedir demokrasi deseniz, hemencecik pat diye söyler ilkokulda öğretilen bu cânım kavramı: halkın kendi kendisini yönetmesidir.
Oldu… Kurdun mu bir parti sağlı, sollu; girdin mi seçimlere; avazın çıktığı kadar bağırıp atıfta bulundun mu gidişata, iki şak şak, bir vah vah; al sana demokrasi…
Demokrasi deyip geçmeyiniz efendim. Çok önemli bir şeydir bu. Çok da değerlidir hani… Hiç kimse kimseye bırakamaz demokrasiyi. Gözünden kıskanır da bir türlü göstermez kimselere; kullanılmayan kitaplıkların, kullanılamayan en üst raflarında, kalın kalın süs eşyası kitapların sayfalarına hapsederiz de, bir türlü öğretemeyiz, paylaşamayız onu…
Peki, nedir demokrasi?
Bugün yaşanan haliyle Protogoras’ın dediği gibi “sayıca çokluğun, düşünen azınlık üzerindeki zorbalığı” mı?
***
Aslında insanların gelişim seyriyle ilgili olan bu kavram, coğrafyanın doğru kullanımı ve koşullarların insanileşmesiyle de yakından ilgili… Çok geniş bir coğrafyada bu kavramı insanlara kazandırmak pek mümkünmüş gibi gelmiyor bana. —Elbette burada demokrasiyi yalnızca seçimlere bağlı olarak düşünmediğim için biraz kafa yoruyorum.—
Demokrasi fikrinin gelişmesi ve içselleşmesi için, her şeyden önce doğru bir siyasi bölümlenme (il-ilçe-kasaba-köy-mahalle) gerekiyor. Çok geniş sınırlara sahip olan illerin çok iyi yönetildiğini, buralarda yaşayanların çok mutlu olduğunu söyleyemeyeceğim. Ya da ilçelerin…
Yönetebilinecek topraklar ve her alanda, her insana ulaşması gereken hizmetler, kanımca insanda farklılığa tahammülü, farklı olanı anlamaya çalışma duygusunu geliştirecektir.
Doğrudan, dolayımsız yapılan seçimler, halkın kendisini yöneteceği ve aynı zamanda da denetleyeceği bir seçim atmosferini yaratması, dolayısıyla da geleceği konusunda alınacak kararlara katılımını sağlayacağından, dinamizmi arttıracak ve insanların daha mutlu olmasına katkıda bulunacaktır.
Sonuçta, tüm arayışlar insan mutluluğu için değil midir?
***
Bandırma il olmak istiyor…
Haklı da…
Kendi geleceğini, yolunu, suyunu, toprağını kendi verdiği kararlarla değerlendirmek istiyor…
Demokratik taleplerini her platformda dile getiriyor.
Peki, bununla ilgili olarak başka ne yapıyor?
Örneğin Bandırmalıyı bilgilendirecek, il olunması halinde nelerin farklı olacağı, ne kazanacakları konusunda çalışma grupları oluşturuyor mu? Yoksa yalnızca dar alanda paslaşmayla mı yetiniliyor?
Ya da Balıkesir’de yaşayanlar, Bandırma’nın il olmasından nasıl etkilenecek, onlar bu isteme ne diyor?
Bence bu konuda referandum yapılmalı ama önce halk aydınlatılmalı…
Halk, eğer yeteri derecede bilgilenirse, inanıyorum ki kendi kaderini tayin etme konusunda taviz vermeyecek…


BU KAFALAR DEĞİŞMELİ

Kenarda köşede oturanlar, etliye sütlüye karışmayanların bile artık tahammülü kalmadı. Gelecekten endişe duyup, gidişatın ve artık bir gelenek haline gelen bozukluğun üstüne giden, çorbada benim de tuzum olsun diyen insanlar ise çıldırmak üzere…
Sivil yönetimlerin, sivil insanların can hıraş uğraşları yok edilmekte…
Kim olursa olsun, kişinin yaptığı iş onun namusu, onurudur; yapılan işe müdahale de onura, namusa saldırıdır. İş başındakiler, amir memur ilişkisi içinde, bu katı hiyerarşiden zaten işlerini yapamaz haldeler; çünkü iş yoksa hata da yok! Önlerine iş gelirse yapıyor, iş gelmezse yapmıyorlar… İşleri ile ilgili bir öneri dahi sunma şansları yok. Araştırma- geliştirme kurumları zaten kısıtlı ve o da emir komuta zincirine bağlı. Adı var, kendi yok…
***
Bir hizaya sokma yarışıdır aldı yürüdü; nerede ve nasıl olursa olsun…
Geçmişte yaşanan bir olayı aktarayım: Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan ile Dönemin Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay başkanı, birlikte Anıtkabir’i ziyaret ederler. Tüm televizyonlar bu ekibin ziyaretini gösteriyor…
Anıtkabir’e giden yolda kırmızı halı üstünde yürüyorlar. Necmettin Erbakan kırmızı halının dışından yürüyor. Genel Kurmay başkanı eliyle işaret edip Erbakan’ı halının üzerine davet ediyor.
Siz de benim düşündüğümü düşündünüz sanırım…
***
Lafı daha fazla uzatmadan konuya gelelim:
“Yetiştirme Yurtları 3. Halk Oyunları Şenliği Programı neden değişti?”
Tüm kurum ve kuruluşları kendi imzasıyla davet ettiği bilinen bir etkinlikte, belki binlerce kişinin gözleri, sayın Valimizi aradı... Mutlaka daha önemli işleri olduğunu biliyoruz biz de…
Vali adına etkinliğe katılan Vali yardımcısı sayın Mustafa Erdoğan, neden Ayvalık Kaymakamı ve Küçükköy Belediye Başkanı gibi etkinliği sonuna kadar izlemedi, bu sorunun cevabını bulmamız da imkansızdı elbette.
Acaba yalnızca Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdür Yardımcısının bakanlık adına vereceği ödüller mi alınmaya geldi, gibi yorumlar duyulsa, herhalde en çok üzülenler de düzenleyen ilgililer olurdu.
Bir saati aşan ödül töreni boyunca, 14 ilin yetiştirme yurtları çocuklarını saatlerce ve bir platform üzerinde bekletmenin de herhalde kimse açıklamasını yapamazdı.
Ben, kortejde yürüyen, bekleyen ve yorulan, kumanyasını yeme fırsatı dahi bulamayan yüzlerce çocuğun bu durumunun, birçok işten daha önemli olacağına inanıyorum. 
Balıkesir ilinin organize ettiği, Türkiye genelinde de tek olan bu etkinliğin ikinci, üçüncü derecedeki konularla aksatılmasının eleştiri konusu olmaması şimdi en büyük dileğim...
İzlemeye gelen kişilerin “Bu ilden ne köy olur ne kasaba” diyeceklerini aklıma bile getirmek istemiyorum.
Asıl ödül alması gereken, gerekenler, 350 çocuğu barındıran, yediren, içiren otel sahipleri bana göre. Onların katkıları, onların özverileri, mutlaka ödülle karşılığını bulmalı diye düşünüyorum.
***
Bu kafalar değişmeli, ya etkinliğin yapılmasına izin verilmemeli, ya da tüm maliyeti karşılanarak, mülki idarenin görevlendireceği kişilerle yapılmalı…
Eğer gönül verenler ve yerel yönetim işin içine giriyorsa, onların yapmış olduğu, kendilerince de onaylanmış programa harfiyen uyulmalı…

Devlet halk bütünleşmesi ancak böyle sağlanır, diğeri ise yalnızca halk devlet için vardır geleneğinin devamı olur… Bu da hizaya getirmek anlayışından başka bir şey değildir.
ÇÜNKÜ BURASI TAŞRA...
Her gün, abartısız, tüm gazetelerde yer alan köşe yazarlarının hemen hepsini okuyorum. Herkes, her konuda, aklına geleni yazıyor... Kimi sorumlu, kimi de sorumsuzca...
Biz, yerel gazete yazarları olarak “Akşam üstü, filan bakana, falan vekile ya da şu daire müsteşarına rastladım, ayak üstü sohbet ettik.” Diye başlayamıyoruz yazılarımıza... Böyle bir şansımız da yok zaten. Bu nedenle gazeteleri didik didik edip, kendi perspektifimizle, biriktirdiklerimizle gündeme dair yazmaya çalışıyoruz.
Ne yapalım yani?
Toplanıp, birlikte konuşup, tartışacağımız fiziksel mekanlar da yok. Hadi mekanı bulduk diyelim; böyle bir ruh da yok.
Diyelim ki ruhu da yakaladık, bu kez de terminolojide birlik yok...
Kısaca yok oğlu yok...
Hal böyle olunca, herkes kendi köşesinde, sanal alemde diyalogu yakalamaya çalışıyor...
***
Geçenlerde Belediyeye gitmiştim. Biraz takıldım oralarda. Basın ve Halkla ilişkiler Müdürü Ramazan Aydın’ın çayını içtim.
Şimdi, Aydın’ın sohbet sırasında söylediği sözleri düşünüyorum: “Ben” diyor, sayın Aydın, köşe yazılarında anı, edebi yazı okumak istemiyorum, bunları okumak istesem edebiyat dergilerine abone olurum.”... “Gündeme dair bilgisi olanların ürettikleri düşünceleri ya da konusunda uzman olanların analiz yazılarını okumak istiyorum”...
Çok haklı talepler bunlar, saygı duyuyorum...
Benim için de hayli yol gösterici bu sözler...
Bu talepleri saklı tutarak, o zaman aklıma gelmeyen şeyi şimdi söylemek istiyorum ben de Sayın Aydın’a. Buradan siyaset gündemine ilişkin yazmaya kalkışmak da;  “Masırın ucundan Mısır’ı görme”ye benzetiliyor.
Bir sakıncası da hemen kategorize edilip, üzerine bir etiket yapıştırılıveriyor yazanın.
Eğer mevcut statüko ve değerler çerçevesinde yazılırsa, aynı terane çerçevesinde dönülüp duruluyor. Bunda hiçbir sorun çıkmıyor, ne yazana ne de gazete sahibine...
Eğer gerçekten düşünce üretimi, mevcut çerçeve içine sığmayan yeni bir çıkışa dayalıysa; vay halinize... Hemen ya tekzip alınıyor ya da uzaydan gelmiş gibi bakılıyor...
Çünkü burası taşra... Akademisyenler, siyasetçiler, uzmanlar, sanatçılar cirit atmıyor ki ortalıkta...
***
Her şeyi ne çabuk tüketiyoruz bu kentte... Yeni yeni kahramanlar yaratıp, arkasına sığınıyor, kendi kahramanlığımızın adeta arka planını oluşturup, vatanı kurtarmaya soyunuyoruz...
Kırk mı kırk bir mi hala çözemediğimiz Kuvvacıların, hunharca harcadığımız mirasını da tüketmeyi başarıyoruz. Onlar bu vatanın kurulmasında öncülük eden insanlardı, hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
Peki başka ne yapıyoruz?
Boş boş övünüp, ahkam kesenler, çocuklarına hangi kahramanlıklarını miras bırakacaklar acaba? Merak ediyoruz... Kent böyle, ülke de... İnsan aynı insan her yerde...
***
Bir alıntıyla bitirelim:
“Kim ne derse desin geldiğimiz nokta, hastalıklı bir ruh hali. Her sivri akıllının, çevresine bir hayranlar kitlesi toplayarak asıp kestiği, tarih, strateji ne varsa diline dolayıp, yarım yamalak akıl yürütmesiyle vatanı kurtarmak üzere harekete geçtiği ülkede, çete de olur, karanlık iş de.” (Nuray Mert, Radikal,25.05.2006)

Bir de kahraman yaratmaya soyunan, en genel geçer, parası bol “vatansever”lik mesleğinde kariyer yapmaya çalışan işsiz bir kitle...