1 Mayıs 2016 Pazar

EYLÜL GEÇMEDEN BİR HATIRLATMA...

Eylül ayı, bugüne değin dünyadaki yoksul halkların aleyhine gelişen  dengelerin kurulduğu; ve insanlığın en kanlı saldırılarla kendi kendini yok ettiği önemli olaya tanıklık etmiştir. Bunlardan bir kaçı:
-Topluma ırkçılık tohumları saçan sorumsuz politikacıların, dış politikada güç kazanmak adına, kendi halkını birbirine kırdırdığı, 6-7 Eylül 1955’te yaşanan, Rum kökenli Türk vatandaşlarına ve onlara ait işyerlerine saldırı.
-Hala içinden çıkamadığımız ve bugünleri ona borçlu olduğumuz (!), 12 Eylül 1980’de yaşamak zorunda bırakıldığımız, askeri darbe.
-Finans kapitalin kendi iç kavgasının, tam ciğerlerinde patladığı ve faturanın yine mazlumlara kesildiği 11 Eylül 2002’de ekranlardan tanık olduğumuz, ABD’deki İkiz Kulelere yapılan intihar saldırısı.
Ve... Acılar, öfkeler, yerinden yurdundan edilenler...
Demeçler, brifingler, uçaklar, bombalar...
Çıkarlar, çıkarcılar, kan üstünden politika yapanlar...
Daha çözümlenememiş bir sürü soruna, yenilerini katanlar...
Dünya sarsılıyor, insanlık savruluyor...
Büyük büyük projeler uğruna, mazlum halklar karşı karşıya kalıyor. Filler güreşiyor, çimenler ise eziliyor.
Eylülü hatırlatmak, hafızaları canlandırmak istedim. Çabuk unutuyoruz, hiç ders almıyoruz yaşananlardan.
Bazı basın ve yayın kuruluşlarında, bugünlerde sıkça rastladığım, sözde ulusalcılık söylemleri altında yapılan haberlerin olası sonuçlarını geçmişe dönerek hatırlatmak istedim eylül ayı geçmeden.
Halkı, birbirine düşman edecek, din ve ırk ayrımını körükleyecek, dolayısıyla infial yaratıp, farklı kültürlere ve farklı dinlere karşı kin, nefret ve öfke yaratacak, haber niteliğinden uzak bazı karalamaların, manşetten verilmesinin sonuçları iyi hesaplanmalı; basın, üzerinde taşıması gereken sorumluluğu bir kez daha hatırlamalı diyorum.
Elbette, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını sonuna kadar savunanlardanım. Fakat, halkımızın yapısı iyi değerlendirilmeli, bu tür düşünceler işlenirken neden-sonuç ilişkileri de iyi hesaplanmalı. Ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemli olmalı bu tür konularda.
Dünyadaki dengeler ve gelişmelerden bihaber olunarak, bazı olguları anlamak ne yazık ki mümkün değil. Bir konuda düşünebilmek, kesin yargıdan uzak, “acaba”larla başlar. “Acaba”lar da kişiyi bilgiye götürür. Yani bilgisi olmayan düşünce de üretmemeli diyorum. Zaten üretince komik oluyor.
Sorumsuzluğun yol açtığı yıkımları çok yaşadı ülkemiz. Çocuklarımıza güzel bir dünya bırakabilmek için herkesi bu sorumluluğu üstlenmeye çağırıyorum.
Bu çağı beğenip beğenmemek kişinin özgürlüğüdür, hükümetlerin iç ve dış politikalarını beğenip, beğenmemek de. Ama halk için, halkı işaret ederek ya da bir grubu, bir başka halkı işaret ederek yayın yapmak, yazı yazmak kişi özgürlükleri dahilinde değerlendirilemez. Bu, tamamen sorumluluk isteyen bir iştir ve tam bu noktada, bir şeyleri söyleyip geçiverme özgürlüğü yoktur sorumluluk sahiplerinin.
İşte bu nedenle, yazının başında sıraladığım tarihlerden yalnızca birine değineceğim, 1955 yılı Eylül ayına. İşte bunun için bir alıntı:
“ 6 Eylül günü başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren, İstanbul ve İzmir’de azınlıktaki vatandaşlara ait dükkanların, kiliselerin yakılıp yıkılması, yağmalanmasıyla sonuçlanan barbarlık olayları, o dönemi yaşayanların belirttiklerine göre, Demokrat Parti’nin başlattığı bir gösterinin, denetim altına alınamamasından kaynaklanmaktadır. Görünüşte, Selanik’te Atatürk’ün  oturduğu eve ve Türkiye Konsolosluğuna bomba atılmasını protesto etmek amacıyla düzenlenmişti bu gösteriler. Gerçekte ise; Demokrat Parti’nin iç ve dış politikada tam bir iflasın eşiğinde bulunması nedeniyle hem halkı avutmak, hem de Londra’da, Kıbrıs konusunda görüşmeler yapan Fatin Rüştü Zorlu’ya bir çeşit destek vermek amacıyla başlatılmıştı. Olaylar ordudan yardım istenerek önlenebildi ve sabaha karşı sıkıyönetim ilan edildi. İstanbul’da bulunan Menderes ve öteki sorumlular, vilayette toplanarak, sıkıyönetim kararı alındıktan sonra, 7 Eylül tarihli gazeteleri getirerek sansür ettiler. Yeniden matris ve kalıp hazırlamak uzun süreceği için, gazetelerin sansür edilen başlıkları ezip, okunmaz duruma getirdikleri görülmektedir.
Türkiye’nin dış dünyadaki saygınlığını zedeleyen ve içte DP iktidarına karşı güvensizlik yaratan olayların sorumlusu olarak, gösteri ve yağma ile hiçbir ilişkisi bulunmayan solcular, bir de Kıbrıs Türktür Derneği yöneticileri tutuklandı.”[1]
Sanırım mesaj alınmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın: “Yazmayın, darbe olur.” Demiyorum... Yalnızca sorumluluk bekliyorum.



[1] Kabacalı, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı, Demokrasi Klasikleri, II. Baskı, Eylül 1999, s.245
DENGE VE ADALET


“Akıl Oyunları” filminde, bir aritmetiksel hesabın formüle edilmesi beni hayli düşündürmüş, aynı zamanda da keyiflendirmişti. Anımsadığım kadarıyla kurgu şöyleydi: İki arkadaş, geceyi birlikte geçirebilecekleri kız arkadaş bulabilmek için bara eğlenmeye giderler. Barda kendileriyle ilgilenen bir çok genç hanım vardır. Fakat o sırada çok güzel bir kız girer içeriye ve onlar, bu alımlı genç hanımla ilgilenmeye başlar. Ancak bir sorun vardır: onlar iki kişidir, kız ise bir tanedir. Bu durumda ikisinden birisi geceyi yalnız geçirmek zorundadır. Genç kız da hayli güzeldir. Ondan kolay kolay vazgeçilebilecek gibi de değildir. Ancak geliş amaçları bellidir.
Kızın güzelliği orada bulunan diğer kızları incitmiş, tüm gençlerin onunla ilgilenmesine neden olmuştur. Bu güzel kız yalnızca bir erkeği seçeceğinden, doğal olarak diğer erkekler de incinecek, yalnızca bir kişi mutlu olabilecek, diğerleri geceyi yalnız geçirecektir.
Bu durumda ne yapılabilir? Ya da nasıl davranılabilir?
En doğru olan, bu güzel kızla ilgilenmeyip, ilk başta ilgilendikleri kızlarla ilgilenmeye devam etmektir. Böylece, çoğunluk mutlu olacak, azınlıkta olan bir kişi geceyi yalnız geçirecektir. Yani denge çoğunluğun mutluluğu üzerine kurulmuş, böylece adalet sağlanmış olacaktır.
Belki filmdeki aritmetiksel formüller simgelerle açıklanabilir ama bunun en güzel toplumsal formülasyonu: “Denge bozulduğunda, adalet duygusu yok olur” cümlesiyle kurulur.  Ya da Denge yoksa, adalet de olmaz…
Şimdi bir film karesinden yola çıkarak, dünyaya bir bakalım. Siyasi olarak kuzey-güney ülkeleri diye tanımladığımız yeryüzü parçalarında yaşanan gelişmelere…
Gezegenin güneyinde yer alan koskoca Afrika Kıtası üzerindeki, sınırları cetvelle çizilmiş bir çok ülkenin gayri safi milli hasılası toplamı, bir ülkedeki bir tek şirketin gelirinden az ise, denge nerede?
Bozuk olan bu dengesizlik içinde adalet nerede?
Ta 1400’lü yıllarda yaşanan ilk globalleşme sonucu, her yüzyıl kuzeyden yana biraz daha ağır basan terazi kefesinde adalet ne geze?
1789’lardan bu yana kurulan ulus devletlerin sayısı bilmem kaç tane yeryüzünde. İmparatorlukları parçalayarak bu devlet modelini yaratabilmek için yaygınlaştırdıkları, vatan, millet, bayrak gibi söylemler bile artık aç ve yoksul insanları kendi topraklarında tutmaya yetmiyor.
Umuda yolculuklar ne vatan ne de millet tanıyor.
Kara Afrika’nın bağrında hala açlıktan binlerce çocuk ölüyor.
Tüm ırkların, renklerin, dillerin ve de dinlerin harmanı Avrupa, kendi kavramlarında boğuluyor.
Mavi, beyaz ve kırmızı yaşananları anlatmaya yetmiyor.
Ve Avrupa kendi yarattıklarından korkuyor.


Dervişin...


Geçenlerde kentimize gelen Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in konuşmasını büyük bir hayretle dinledim. O nasıl benzetmeydi Allah aşkına?... Kumadan başka örnek mi kalmamıştı  verecek? Belki bu talihsiz benzetmeyi duymamış olanlar vardır, hatırlatmakta yarar var bir kez daha.
Ne diyor sayın bakan?
“Bizi insafsızca eleştiriyorlar. Bizi eleştirenlere güzel bir örnek vereyim. Adamın iki karısı varmış. Hani kumalar birbirini çekemez ya! Büyük kadın kumasını, kocasının gözünden düşürmek için şikayet ediyormuş. Hani senin küçük karın var ya, o hiç hamur yoğuramıyor. Yoğururken de her yeri oynuyor...”
Anlaşilan bizim Milli Egitim Bakani, siyasi tartişmalari bile çok evlilik zemini üzerinde yapiyor.
Doğrusu bir bakana yakıştıramadım bu örneklemi.
Demek ki Milli Eğitimimiz cins ayrımcı bir temelde sürdürülmeye devam edecek ve kadınların aşağılanması üzerine kurgulanacak.
Tabi bu söylem bana geçmişte, bu bakanin sarf ettigi incileri (!) hatirlatti. Şöyle bir hafizamizi tazeleyelim ve “flört” konusuna dönelim. Ne demişti sayin bakan geçmişte?
 “Flört etmek fahişeliktir.”
Hatırladınız değil mi?
Şimdi taşlari üst üste koyalim. Bakalim ne çikacak?
“Kadınlar flört ederse fahişe olurlar. Evlilik öncesi, evleneceği kişi ile görüşülmeden evlenilmelidir. Çünkü bir fahişe ile evlenilmez. Eğer erkek evliliğinden memnun değilse, ikinci bir kadınla -hatta üçüncü ve dördüncü de olabilir- evlenebilir. Bu müessesenin adı kadın açısından kumalıktır. Kumalar da  birbirlerini çekemezler. Birbirlerini kocalarına şikayet ederler. Şikayet konuları da oralarının buralarının oynaması üzerinedir.”
Kısaca, bakan; siyasetteki tartışmaları, kadınların muzdarip olduğu gelenekleri esas alarak yapmayı tercih etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu da, kadının aleyhine seyreden mevcut sürecin, siyasette kimler tarafından ve nasıl kullanıldığının açık bir ifadesidir.
Ortaçağın gerisine düşen böylesi bir yaklaşım, 21. yüzyılın kadın gerçeğini anlamaya yetmeyeceği gibi mevcut kadın sorunlarına da akılcı çözüm getiremez.
Yani, bu bakanın, Milli Eğitimi ne kadar anladığı ve Milli Eğitimimize nasıl katkı sağlayacağı da tartışılmalıdır.
Elbette bunlar, ülkemiz için, insanımız için hiç de hoş olmayan durumlardır.
Kalite ve kariyerin denklik göstermediği her düzeydeki kurumlarımızın, acilen iyileştirmeye ihtiyacı vardır. Siyasette kantarın topuzunu kadınlar aleyhine her defasında kaçıran bir bakan ile Milli Eğitimin ne kadar bağdaştığı bir kez daha sorgulanmalıdır.
Ben, tüm kadınlar adına bakanı kınıyorum ve kadınlardan özür dilemesini bekliyorum ve diyorum ki;

“Dervişin fikri ne ise zikri de odur.”
“Ecnebi nasihatler”
AKP Hükümeti ile hız kazanan AB’ye üyelik süreci, sıkıntılarla devam ediyor. Buna bağlı olarak Avrupa ülkelerinde hiç tükenmeyen Türklük korkusu da yükseliyor. Bir Avrupalı ya da Amerikalı için, en tedirgin edici kimlik, şüphesiz Türklüktür. Rus olmak ikinci, Fars olmak üçüncü sırada gelir.
Yani, doğudaki o dönemin en büyük üç imparatorluğu, hala tehdittir bunlar için. Avrupalı, Osmanlı korkusunu aşamamış, hafızasında diri tuttuğu seferlerin hıncını, devlet biçimleri, devletlerarası ilişkiler değişse de olduğu gibi muhafaza etmiştir.
Avrupalı; bir yandan, Osmanlı’nın, Orta Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’daki izlerini yok edememenin verdiği sıkıntıyla, adeta bir paranoya yaşarken; bir yandan da Türkiye’nin oldukça genç ve eğitimli bir nüfusa sahip olması, tüm stratejik yolların üzerinde oturması bakımından onsuz olamayacağını bilmektedir.
Öyle ya, bir birlik ya küçülecek, ya da büyüyecektir. Bu birliğin temel sorunudur bana göre. Sıkıntı da nasıl büyüyeceği gerektiği ile ilgilidir.
***
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, zaten Avrupa’da olan Osmanlı’nın kurum ve kuruluşlarını devralarak kuruldu. Ve Osmanlı’nın, yine kendisi gibi döneminin en büyük Doğu İmparatorluğundan biri olan Çarlık Rusya’sı ile her daim kavgalı bir durumu vardı.
Doğunun üç kimliği; Türk, Rus ve Fars, tarihin hiçbir döneminde bir ittifak kuramamışlar, doğunun en büyük imparatorluğu olma yarışında hep karşı karşıya gelmişlerdir.
Bu imparatorluklardan geriye kalanlar, devlet biçimlerini değiştirmiş de olsalar, geçmiş tecrübelerle hareket etmektedirler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hariç. Çünkü O, Osmanlı’nın red-di mirası üzerine kurulmuştur.
İşte bu durum da, onun hafızasını silerek, bugün atacağı adımlarda, kuracağı ittifaklarda şaşırmasına neden olmuştur.
***
Bugün birlik gündemi iki ayrı seçenek ile karşımıza çıkmakta; ya Avrupa ya da Asya…
Tüm hesaplar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Avrupa içlerinden atıp, doğulu üç imparatorluğun sınırlarına hapsetmek üzerine kurulu.
Yani doğu-batı ikileminde, doğuyu kendi sınırlarında tutmak; böylece de doğunun ön kapısı Türkiye’yi AB kapısında oyalamak…
***  
AB’nin istediği reformlar, Türkiye insanı için zararlı, fevkalade tehlikeli şeyler mi?
Hayır…
Aksine bireyin, en büyük örgütlü güç olan devlet karşısında haklarını korumaya yönelik yasalar…
Bu yasalar, devletin gücünü zayıflatır mı peki?
Aksine gücüne güç katar. Eğer hayata geçmezse, devlet kendisini halktan korumak için çabalar. Bunun sonucu da belli; baskı, hakların budanması ve zulüm…
AB’nin devletler düzleminde hesapları olabilir ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de kendi insanının refah ve mutluluğu için hesapları olmalı; aynı zamanda da dünya devletleri ile ilişkilerinde…
Tarihte, “Ecnebi örnekler” ,“Ecnebi nasihatler” hatta “Ecnebi taktiler, stratejiler” hep olmuştur… Olacaktır da…
İttihat Terakki’nin bu nasihatlerden, bu stratejilerden beslenerek, Birinci Dünya Savaşı’nı başımıza nasıl bela ettiği unutulmamalıdır. Çanakkale ve Sarıkamış’ın arkasında yatan ideolojik yaklaşım, yapılan ittifak bugün yeniden değerlendirilmelidir.
Güçlü devletler, halklarının çıkarına olabilecek ittifakları kurmak zorundadır. İttifaklar içinde bulunmak, o ülkenin ilhakı demek değildir. Çünkü dünya üzerinde hiçbir devlet yalnız değildir, yalnız yaşayamaz da…
Devir, küresel dünyada nasıl durmak gerektiğini anlayıp, ona göre hareket eden devletlerin devri olacaktır.

Şimdi, akıllı davranma zamanı…
Doğrudan Demokrasi
Herkesimden demokrasi talepleri yükselir, herkes demokrat kesilir ya zaman zaman. Kim kendini tanımlamaya kalksa iyi bir demokrat olduğunu söylemeden geçemez her ne hikmetse. Nedir demokrasi deseniz, hemencecik pat diye söyler ilkokulda öğretilen bu cânım kavramı: halkın kendi kendisini yönetmesidir.
Oldu… Kurdun mu bir parti sağlı, sollu; girdin mi seçimlere; avazın çıktığı kadar bağırıp atıfta bulundun mu gidişata, iki şak şak, bir vah vah; al sana demokrasi…
Demokrasi deyip geçmeyiniz efendim. Çok önemli bir şeydir bu. Çok da değerlidir hani… Hiç kimse kimseye bırakamaz demokrasiyi. Gözünden kıskanır da bir türlü göstermez kimselere; kullanılmayan kitaplıkların, kullanılamayan en üst raflarında, kalın kalın süs eşyası kitapların sayfalarına hapsederiz de, bir türlü öğretemeyiz, paylaşamayız onu…
Peki, nedir demokrasi?
Bugün yaşanan haliyle Protogoras’ın dediği gibi “sayıca çokluğun, düşünen azınlık üzerindeki zorbalığı” mı?
***
Aslında insanların gelişim seyriyle ilgili olan bu kavram, coğrafyanın doğru kullanımı ve koşullarların insanileşmesiyle de yakından ilgili… Çok geniş bir coğrafyada bu kavramı insanlara kazandırmak pek mümkünmüş gibi gelmiyor bana. —Elbette burada demokrasiyi yalnızca seçimlere bağlı olarak düşünmediğim için biraz kafa yoruyorum.—
Demokrasi fikrinin gelişmesi ve içselleşmesi için, her şeyden önce doğru bir siyasi bölümlenme (il-ilçe-kasaba-köy-mahalle) gerekiyor. Çok geniş sınırlara sahip olan illerin çok iyi yönetildiğini, buralarda yaşayanların çok mutlu olduğunu söyleyemeyeceğim. Ya da ilçelerin…
Yönetebilinecek topraklar ve her alanda, her insana ulaşması gereken hizmetler, kanımca insanda farklılığa tahammülü, farklı olanı anlamaya çalışma duygusunu geliştirecektir.
Doğrudan, dolayımsız yapılan seçimler, halkın kendisini yöneteceği ve aynı zamanda da denetleyeceği bir seçim atmosferini yaratması, dolayısıyla da geleceği konusunda alınacak kararlara katılımını sağlayacağından, dinamizmi arttıracak ve insanların daha mutlu olmasına katkıda bulunacaktır.
Sonuçta, tüm arayışlar insan mutluluğu için değil midir?
***
Bandırma il olmak istiyor…
Haklı da…
Kendi geleceğini, yolunu, suyunu, toprağını kendi verdiği kararlarla değerlendirmek istiyor…
Demokratik taleplerini her platformda dile getiriyor.
Peki, bununla ilgili olarak başka ne yapıyor?
Örneğin Bandırmalıyı bilgilendirecek, il olunması halinde nelerin farklı olacağı, ne kazanacakları konusunda çalışma grupları oluşturuyor mu? Yoksa yalnızca dar alanda paslaşmayla mı yetiniliyor?
Ya da Balıkesir’de yaşayanlar, Bandırma’nın il olmasından nasıl etkilenecek, onlar bu isteme ne diyor?
Bence bu konuda referandum yapılmalı ama önce halk aydınlatılmalı…
Halk, eğer yeteri derecede bilgilenirse, inanıyorum ki kendi kaderini tayin etme konusunda taviz vermeyecek…


BU KAFALAR DEĞİŞMELİ

Kenarda köşede oturanlar, etliye sütlüye karışmayanların bile artık tahammülü kalmadı. Gelecekten endişe duyup, gidişatın ve artık bir gelenek haline gelen bozukluğun üstüne giden, çorbada benim de tuzum olsun diyen insanlar ise çıldırmak üzere…
Sivil yönetimlerin, sivil insanların can hıraş uğraşları yok edilmekte…
Kim olursa olsun, kişinin yaptığı iş onun namusu, onurudur; yapılan işe müdahale de onura, namusa saldırıdır. İş başındakiler, amir memur ilişkisi içinde, bu katı hiyerarşiden zaten işlerini yapamaz haldeler; çünkü iş yoksa hata da yok! Önlerine iş gelirse yapıyor, iş gelmezse yapmıyorlar… İşleri ile ilgili bir öneri dahi sunma şansları yok. Araştırma- geliştirme kurumları zaten kısıtlı ve o da emir komuta zincirine bağlı. Adı var, kendi yok…
***
Bir hizaya sokma yarışıdır aldı yürüdü; nerede ve nasıl olursa olsun…
Geçmişte yaşanan bir olayı aktarayım: Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan ile Dönemin Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay başkanı, birlikte Anıtkabir’i ziyaret ederler. Tüm televizyonlar bu ekibin ziyaretini gösteriyor…
Anıtkabir’e giden yolda kırmızı halı üstünde yürüyorlar. Necmettin Erbakan kırmızı halının dışından yürüyor. Genel Kurmay başkanı eliyle işaret edip Erbakan’ı halının üzerine davet ediyor.
Siz de benim düşündüğümü düşündünüz sanırım…
***
Lafı daha fazla uzatmadan konuya gelelim:
“Yetiştirme Yurtları 3. Halk Oyunları Şenliği Programı neden değişti?”
Tüm kurum ve kuruluşları kendi imzasıyla davet ettiği bilinen bir etkinlikte, belki binlerce kişinin gözleri, sayın Valimizi aradı... Mutlaka daha önemli işleri olduğunu biliyoruz biz de…
Vali adına etkinliğe katılan Vali yardımcısı sayın Mustafa Erdoğan, neden Ayvalık Kaymakamı ve Küçükköy Belediye Başkanı gibi etkinliği sonuna kadar izlemedi, bu sorunun cevabını bulmamız da imkansızdı elbette.
Acaba yalnızca Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdür Yardımcısının bakanlık adına vereceği ödüller mi alınmaya geldi, gibi yorumlar duyulsa, herhalde en çok üzülenler de düzenleyen ilgililer olurdu.
Bir saati aşan ödül töreni boyunca, 14 ilin yetiştirme yurtları çocuklarını saatlerce ve bir platform üzerinde bekletmenin de herhalde kimse açıklamasını yapamazdı.
Ben, kortejde yürüyen, bekleyen ve yorulan, kumanyasını yeme fırsatı dahi bulamayan yüzlerce çocuğun bu durumunun, birçok işten daha önemli olacağına inanıyorum. 
Balıkesir ilinin organize ettiği, Türkiye genelinde de tek olan bu etkinliğin ikinci, üçüncü derecedeki konularla aksatılmasının eleştiri konusu olmaması şimdi en büyük dileğim...
İzlemeye gelen kişilerin “Bu ilden ne köy olur ne kasaba” diyeceklerini aklıma bile getirmek istemiyorum.
Asıl ödül alması gereken, gerekenler, 350 çocuğu barındıran, yediren, içiren otel sahipleri bana göre. Onların katkıları, onların özverileri, mutlaka ödülle karşılığını bulmalı diye düşünüyorum.
***
Bu kafalar değişmeli, ya etkinliğin yapılmasına izin verilmemeli, ya da tüm maliyeti karşılanarak, mülki idarenin görevlendireceği kişilerle yapılmalı…
Eğer gönül verenler ve yerel yönetim işin içine giriyorsa, onların yapmış olduğu, kendilerince de onaylanmış programa harfiyen uyulmalı…

Devlet halk bütünleşmesi ancak böyle sağlanır, diğeri ise yalnızca halk devlet için vardır geleneğinin devamı olur… Bu da hizaya getirmek anlayışından başka bir şey değildir.
ÇÜNKÜ BURASI TAŞRA...
Her gün, abartısız, tüm gazetelerde yer alan köşe yazarlarının hemen hepsini okuyorum. Herkes, her konuda, aklına geleni yazıyor... Kimi sorumlu, kimi de sorumsuzca...
Biz, yerel gazete yazarları olarak “Akşam üstü, filan bakana, falan vekile ya da şu daire müsteşarına rastladım, ayak üstü sohbet ettik.” Diye başlayamıyoruz yazılarımıza... Böyle bir şansımız da yok zaten. Bu nedenle gazeteleri didik didik edip, kendi perspektifimizle, biriktirdiklerimizle gündeme dair yazmaya çalışıyoruz.
Ne yapalım yani?
Toplanıp, birlikte konuşup, tartışacağımız fiziksel mekanlar da yok. Hadi mekanı bulduk diyelim; böyle bir ruh da yok.
Diyelim ki ruhu da yakaladık, bu kez de terminolojide birlik yok...
Kısaca yok oğlu yok...
Hal böyle olunca, herkes kendi köşesinde, sanal alemde diyalogu yakalamaya çalışıyor...
***
Geçenlerde Belediyeye gitmiştim. Biraz takıldım oralarda. Basın ve Halkla ilişkiler Müdürü Ramazan Aydın’ın çayını içtim.
Şimdi, Aydın’ın sohbet sırasında söylediği sözleri düşünüyorum: “Ben” diyor, sayın Aydın, köşe yazılarında anı, edebi yazı okumak istemiyorum, bunları okumak istesem edebiyat dergilerine abone olurum.”... “Gündeme dair bilgisi olanların ürettikleri düşünceleri ya da konusunda uzman olanların analiz yazılarını okumak istiyorum”...
Çok haklı talepler bunlar, saygı duyuyorum...
Benim için de hayli yol gösterici bu sözler...
Bu talepleri saklı tutarak, o zaman aklıma gelmeyen şeyi şimdi söylemek istiyorum ben de Sayın Aydın’a. Buradan siyaset gündemine ilişkin yazmaya kalkışmak da;  “Masırın ucundan Mısır’ı görme”ye benzetiliyor.
Bir sakıncası da hemen kategorize edilip, üzerine bir etiket yapıştırılıveriyor yazanın.
Eğer mevcut statüko ve değerler çerçevesinde yazılırsa, aynı terane çerçevesinde dönülüp duruluyor. Bunda hiçbir sorun çıkmıyor, ne yazana ne de gazete sahibine...
Eğer gerçekten düşünce üretimi, mevcut çerçeve içine sığmayan yeni bir çıkışa dayalıysa; vay halinize... Hemen ya tekzip alınıyor ya da uzaydan gelmiş gibi bakılıyor...
Çünkü burası taşra... Akademisyenler, siyasetçiler, uzmanlar, sanatçılar cirit atmıyor ki ortalıkta...
***
Her şeyi ne çabuk tüketiyoruz bu kentte... Yeni yeni kahramanlar yaratıp, arkasına sığınıyor, kendi kahramanlığımızın adeta arka planını oluşturup, vatanı kurtarmaya soyunuyoruz...
Kırk mı kırk bir mi hala çözemediğimiz Kuvvacıların, hunharca harcadığımız mirasını da tüketmeyi başarıyoruz. Onlar bu vatanın kurulmasında öncülük eden insanlardı, hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
Peki başka ne yapıyoruz?
Boş boş övünüp, ahkam kesenler, çocuklarına hangi kahramanlıklarını miras bırakacaklar acaba? Merak ediyoruz... Kent böyle, ülke de... İnsan aynı insan her yerde...
***
Bir alıntıyla bitirelim:
“Kim ne derse desin geldiğimiz nokta, hastalıklı bir ruh hali. Her sivri akıllının, çevresine bir hayranlar kitlesi toplayarak asıp kestiği, tarih, strateji ne varsa diline dolayıp, yarım yamalak akıl yürütmesiyle vatanı kurtarmak üzere harekete geçtiği ülkede, çete de olur, karanlık iş de.” (Nuray Mert, Radikal,25.05.2006)

Bir de kahraman yaratmaya soyunan, en genel geçer, parası bol “vatansever”lik mesleğinde kariyer yapmaya çalışan işsiz bir kitle... 
Bilgi iktidardır
İnsanın bilinçli olarak düşündüğü şeylerin büyük bir bölümünün, onların fark etmediği ve bilgisi dışında oluşan güçler tarafından belirlendiğini ileri süren Karl Marks ve Sigmud Freud; insanların, yaptıkları işlerin akılcı ve etik açıdan da doğru olduğunu sanarak, eylemlerini çeşitli biçimlerde rasyonalize ettiklerini; bundan bir rahatsızlık duymadıklarını ifade eder.
Bu bakıştan hareketle bir genelleme yapılacak olursa; her durumu sloganlaştırarak kabul ve red etmeye alışmış, derin düşünme yeteneğine ulaşamamış toplulukların çoğu zaman, kendi aleyhlerine olan kararların altına imza attıklarının görüldüğünü söylemek yanlış olmaz.
Koyu despotizmin, otoriter yapısıyla kuşatılmış toplumların fertlerine özgü bir davranış kalıbı olarak bilinen bu durum, kısaca “cellâdına âşık olmak” benzetmesiyle de açıklanabilir.
Otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğme!
Kendini, kutsiyet atfedilen “kavramlara adama”…
*** 
Tüm dünyada yoksulların lehine gelişen “sosyal demokrasi”, bizim ülkeye geldiğinde işçi-köylü-yoksul düşmanı olarak bilinir, bu kesimler tarafından fazla rağbet görmez. Köylüler ve işçiler, sosyal demokrasiyi, onları hapseden, yaşama kalıplarından koparan, geleneklerini zorla değiştiren, dinlerini yaşamalarına, dillerini konuşmalarına izin vermeyen bir despotizm algısı içinde kavrarlar.
Bu nedenle bizim ülkemizde genellikle yoksullar sağ partilere oy verirler. Tuzu kuru ve elit olanlar da sosyal demokrasinin yanında yer alırlar…
Yine, kendi farklılıklarının kabul görmesi için eylem yapanlar, farklılıkları yok saymaya yönelmiş hareketlerin yanı başında yer alırlar…
Bu durumu da; kutsal değerlerin her şeyden önce geldiğine vurgu yaparak, kendilerince rasyonalize ederler.
Böylece kendilerini, kutsal olana adarlar…
Tüm bunları da hür iradeleriyle, özgür bir birey olarak yaptıklarına inanırlar…
***
Oysaki Marks, insanların farkında olmadıkları güçler tarafından yönetilmeleri nedeniyle, sandıklarının aksine, hiç de istemedikleri düşüncelere hizmet ettiklerini; bu bakımdan onların özgür düşünce sahibi olduklarından söz edilemeyeceğini ileri sürer.
İnsanın gerçekten özgür ve böylelikle de sağlıklı olabilmesinin tek şartını da, kendisini etkileyen ve yönlendiren bu dış güçlerin (kendi dışındaki dünya gerçeğinin) farkına varmaları, sonra da hayatlarını (bu dünyasal gerçekliğin izin verdiği, yani insana özgü sınırların çizdiği oranda) yönetip, yönlendirmeyi öğrenmesine bağlarlar. Böylelikle onların, kendi dışındaki güçlerin bilinçsizce esiri olmaktan da kurtulmuş olacaklarını vurgularlar.
***
O halde asıl esaretin ortadan kalkması için, insanın kendi gerçekliğinin dışındaki dünya gerçekliğini kavraması, onun özgürleşmesinin biricik yoludur.
Elbette bu da okumak, öğrenmekle ilgilidir.
İşte bu nedenle Michell Faucault, “Bilgi iktidardır” görüşünü savunmaktadır. Burada asıl sorgulanması gereken de “bilgi”nin kim ya da kimler tarafından hangi amaçla paylaşımının engellendiği olmalıdır.
İsteyerek ve bilerek, bilinçsiz yığınlar yaratanlar, bilmeliler ki yine bu yarattıkları yığınlar tarafından alaşağı edilebilirler…
Unutulmamalı ki; halkının değerleriyle barışık bir olan bir devlet, özgürce düşünen, sorgulayan, sloganist yaklaşımlarla hareket etmeyen, kendini kayıtsız şartsız kutsal adledilene adamayan bireylerle, bu kaygan ve oynak coğrafyada ayakta kalabilir…

Politikalarını, “taraftar” toplamayla, güce dayanarak kabul ettirme yoluna giden bir anlayışla, yaratılan kuru kalabalıkları kutsayarak değil! 
Alışkanlıklar
Merkeze bağlı yaşama, merkeze göre biçimlenmeyi, emre kayıtsız şartsız itaati beraberinde getiriyor. Merkezde olan her şey otorite olarak kabul görüyor. Otorite, tüm gücü bir merkezde topluyor, kendini de böylece merkezileştiriyor.
Coğrafya da, bireyler de bireylerin alışkanlıkları da aslında belirleyici olan tek merkeze göre şekilleniyor.
Sonuçta benzer alışkanlıkları olan bireylerden oluşmuş bir toplum doğuyor. Bu toplumlarda aslında sorgulayan, eleştirel düşünebilen, yaratma yeteneği gelişmiş bireylerden söz edilemez. İşte bu nedenledir ki; böylesi toplumlar, “sürü toplumu” olarak adlandırılır.
Bu toplum; emre itaatkâr, alışkanlıklarına bağlı, hatıralarına ve dolayısıyla geçmişine marazi derecede tutkun; kolay adapte olmayan, yeniliğe kapalı buna rağmen otoritenin yani merkezin kolay manipüle edebildiği bir yapıya sahiptir.
Oysaki yaratıcı toplumlar, otoriteyi sorgular, otoritenin karşı konulmaz gibi görünen merkezi yapısını parçalayarak, onun karşısında kendi gücünün ve varlığının tanınmasını, merkezi karalara katılmayı, söz ve kararın kendisinde olmasını sağlar.
***
Kim ne derse desin, Dünya’da ve Türkiye’de, büyük değişimler yaşanıyor… Kentler büyüyor, dünya küçülüyor… Ancak beyinler kent sınırları kadar düşünmeyi sürdürüp; eski sınırları özlüyor. Çıban izi gibi olan alışkanlıklarından bir türlü kurtulamıyor. Tiryakilik gibi bir duygu bu, kolay baş edilmiyor.
Her gün geçtiğimiz yollar, yollardaki taşlar, ezberlenmiş ağaçlar, hiç tökezlenmeden varılan kavşaklar…
Keşif duygusundan yoksun insanlar, unutulmuş arka sokaklar…
Oysaki ne güzeldir tökezledikten sonraki dirilik, hiç geçilmeyen yolların merak dolu gözleri ve gizemlilik…
***
Yaşadığım kentten söz ediyorum…
Sağımı solumu kontrol ediyorum, yeni ağaçları, yollardaki yeni geçitleri keşfediyorum. Hangi otobüse binersem nerede inerim diye soruyorum, ring bir ve ring ikinin insana özgü dizaynına kapılıp, kendimi sanki başka bir dünyadaymış gibi hissediyorum.
Hiç geçmediğim yolların, hiç uğramadığım sokaklarında, dipdiri, uyanık ve merakla geziyorum…
Tek merkezin esaretinden kurtulacağımız günleri özlemle bekliyorum. Kent büyüdükçe, bizler de büyüyoruz, koşullar iyileştikçe, bizler de daha dikkatli oluyoruz.
Dikkat etmişsinizdir mutlaka, üst geçitler varken yaya geçitlerini hiç kullanmazdı insanlar, hoş üst geçitler de kullanılmazdı ya. Şimdi yaya geçitlerine bir bakın, herkes kurallara uyuyor… Uymayanları uyarıyor…
***
Artık, tek merkezli bir kent kaldı mı acaba tüm alışverişin tek yerde toplandığı? Eski site devletleri zamanında her şeyin tapınak etrafında döndüğü gibi…
Zağnos Paşa Camii ve çevresinin yoğunluğundan hiç bakmamıştım, cami bahçesindeki banklara, hiç geçmemiştim avlusundan. Meğer ne kadar da güzelmiş, asırlık ağaçların derin gölgesi…
Bu değişim ziyadesiyle mutlu etti beni, başkalarını bilemem. Şu yanlış, bu eksik diyen diyene, kendi açılarından haklı da olabilirler… Eksik, yanlış düzeltilir, görülen aksaklıklar giderilebilir, otobüs hatlarının güzergâhları değiştirilebilinir, bunların hepsi zaman içinde aşılabilir…

Ama şimdi aşılması gereken en önemli konu, alışkanlıklarımızdan kurtulmak ve tek merkezli bir kentte daha ne kadar yaşayabileceğimizin hesabını yapmak… 

CUMHURBAŞKANLIĞI VE ERKEN SEÇİM

On cumhurbaşkanından altısının asker kökenli olduğu ülkemizde, cumhurbaşkanlığı seçimlerine daha bir yıl olmasına rağmen, ülke siyaseti buna kilitlendi bile.
Kimileri, mevcut meclisin cumhurbaşkanını seçmesi durumunda suların durulmayacağını, cumhurbaşkanının meşruiyeti olmayacağını; dolayısıyla da tartışmaların odağına oturan bu makamın zedeleneceğini söylemekte.
Türkiye, dar-ül harp geleneğiyle yönetilen koskoca bir imparatorluğun, Osmanlı’nın kurumlarını devralarak, cumhuriyet rejimini kurmuş ve bu güne değin getirmiş genç bir ülke. Elbette böyle tartışmalar yaşanacaktır, yaşanmalı da.
***
Evet on cumhurbaşkanından altı tanesi asker. Bu, dar-ül harp geleneği ile ilgili... Diğer dört isme bakalım bir de: Celal Bayar, Süleyman Demirel, Turgut Özal, siyasi parti başkanlığından gelme. Yalnızca Ahmet Necdet Sezer bürokrasiden gelme.
Yeni yeni filizlenmeye başlamış bir sivil yönetim anlayışının sonucu bu. Mutlaka daha da gelişecek...
***
Bugünlerde, şöyle bir siyasi havayı kokladığımızda, erken seçimin kokusu ağır basmakta. Muhalefet atakta...
Bakalım kim ne demiş?
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Cumhurbaşkanı'nı yeni bir Meclis'in seçmesi gerektiğini belirterek, hükümeti erken seçime davet etmiş: Vatanın bir kez daha sandıkta kurtarılması lazım demiş...
Bu Meclisin  Cumhurbaşkanını seçmeye uygun olmadığını; Cumhurbaşkanının anayasal sistemle bir sorunu olmaması gerektiğini; dolayısıyla da bu meclis Cumhurbaşkanını seçerse devletin tepesinde kavga olacağını; Cumhurbaşkanlığının Anayasa ile kavga yeri olmadığını belirtmiş.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 11'inci cumhurbaşkanı seçilmesinin geleneğe uygun olduğunu, ancak temsil ve inandırıcılık sorunlarının bulunduğunu; AKP'nin Milli Görüş çizgisini değiştirdiği söylemine karşın, üzerindeki 'takıye tereddüdünün silinmemiş' olduğunu; türbanın laiklikle ilişkisinin tartışıldığı bir Türkiye'de, Meclis'teki bu temsil tablosuyla Erdoğan'ın Çankaya'da oturmasının zor olacağını söylemiş.
***
Aslına bakarsanız cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine söylenenler safsata. Asıl hedef erken seçim. Kısaca bu hükümetten biran evvel kurtulma.
Neden mi?
Ana muhalefet partisi başkanı Deniz Baykal nedenini şöyle açıklıyor: 
 “23 Nisan'dan itibaren Anayasayı değiştirme özlemi, AKP tarafından dile getirilmiştir. Takıye alenileşmiştir. Türkiye nereye gidiyor kaygıları artmaya başladı.
 AKP'nin temelinde Ali Dibo, tepesinde Dubai yolsuzlukları var. Vatandaş sandıkta kurtuluş mücadelesi verecek. Vatanın bir kez daha sandıkta kurtarılması lazım.
Türkiye sahipsiz değildir. Arkasında Mustafa Kemal Atatürk vardır. Başbakan dindar olanlar ve olmayanlar diye insanları ikiye ayırıyor. Allah'la kul arasına girme, çekil aradan çekil.”
***

Bana göre tüm sorun burada yatıyor. Birilerimiz Türkiye’nin sahibi, birilerimiz daha az sahibi, diğerlerimiz hiç sahibi olamadı.
BİR FİLMİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Zaman zaman korkma ihtiyacı duyarım. Kanal kanal dolaşıp, korku filmi ararım. Elbette bol kanlı, vurdulu-kırdılı gerilim filmlerini bu kategoride saymıyorum. Daha çok bilinmezlik ve gizem dolu olayların işlendiği film türlerinden gideriyorum adrenalin ihtiyacımı. İşte bu nedenle, hafta sonu çok reklamı yapılan, Şeytan Çarpması adlı filme gittim.
Şeytan Çarpması, Katolik Kilisesi’nden Rahip Moore’un, ihtimaller üzerine kurulu bir hukuk davasını anlatıyor. Tabi bu arada onun avukatlığını yapan, agnostik* bir avukatın hem kendisiyle hem de davayla ilgili mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Filmin iki iletisi var seyirciye: Rahip Moore Emily’nin hikayesi ile Katolik Kilisesi’ne ilgiyi arttırmak istiyor, avukat ise; Moore’un inançlarını kabul etmeyebilirsiniz ama işini iyi yaptığını kabul etmelisiniz diyor. Bir de Emily’nin ellerinde oluşan stigmata*... Bu da izler kitleyi mucizelere inanmaya çağırıyor... Filmin geri kalan bölümü ise gerçekten insanı korkutuyor.
Aslında derdim bir film eleştirisi yazmak değil...
Konum, bir cemaatin, Katolik Kilisesi cemaatinin, son dönemlerde Amerika’daki faaliyetlerinin hangi noktalara ulaştığı ve bizim ülkemizde de bu rüzgârın nasıl estiği ile ilgili.
CNBC-E televizyon kanalını izliyor musunuz bilmiyorum ama ben bu kanalı sıkça izliyorum. Dizilerinde işlenen konular, insana özgü duyguların yapmacıksız, yalın bir anlatımı... Sorgulanan yaşamlar, kafa karıştıran iç yolculuklar... Kısaca insana dair her şeyi bulabilirsiniz bu dizilerde. Hele de NİP/TUCK...
Geçenlerde, bu dizide, ellerinde oluşan stigmatadan kurtulmak istediğini, bunun için estetik olmak için doktora geldiğini söyleyen bir genç kızın konu edildiği bir bölüm vardı... Bu kız basit bir fahişe olduğunu ancak sığınacak bir yeri olmadığı için kilisede kaldığını ve bu yaraların rahibe tarafından kutsal bir işaret olarak tanıtıldığını, kendisinin azize gibi gösterilerek kursun devamının sağlandığını söylüyordu. Yalancılığı onu rahatsız ediyordu. Ama bir kez azize ilan edilmişti ve tüm hastalar, ondan şifa bekliyordu. Rahibe bu durumdan memnundu. Çünkü kiliseye olan ilgi artmıştı ve bunun sürmesi gerekiyordu...
Dizinin tamamını anlatmak niyetinde değilim... Ama kızın yalancı olduğu, yaraların ise rahibe tarafından kutsal kitaba uygun olarak yapıldığı ortaya çıktı.
Sonuçta herkesin aklı karıştı, hiç kimse neye inanacağını, neyin doğru olduğunu irdelemeye başladı.
Bundan sonra Amerika’da, başını Katolik Kilisesi’nin çektiği ve tüm muhafazakarları etrafında toplayan bir hareket başladı. Ve CNBC-E televizyonu nation blinding company (ulusu körleştiren şirket) olarak topa tutuldu. Elbette bunu yapanın da Yahudiler olduğunda karar kılındı. Ve yine yeniden bir Yahudi düşmanlığı körüklenmeye başlandı.


Bakınız ülkeler arasındaki dengelere... Bizim ülkemizin bazı aydın geçinenleri de Amerika’nın Katolik Kilisesi gibi bir Yahudi düşmanlığını nasıl hayata geçirmekteler.
Adı şöyle olanlar Sebataycı, soyadı böyle olanlar Yahudi dönmesi...
Ve yine onların ifadesine göre Türkiye’de 2,5 milyon Yahudi dönmesi var ve ülkemizi satmaya çalışıyorlar... Ülke elden gidiyor...
Böylece, iddia edilen sayıdaki kişi hedef tahtası durumuna getirilmiş oluyor.
Şimdi söyler misiniz hangisi doğru?
Rahip Moore mu, Agnostik avukat mı, Katolik Kilisesi’nin nation blinding company tanımı mı, yoksa bizim bazı aydınların 2.5 milyon kişiyi hedef göstermesi mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun, bakar mısınız hangi kesimler benzer olaylarda benzer tavırlar alıyor?
Rota nereye olursa olsun sanırım insanlık her şeye rağmen kendini arıyor...




* İnsanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Agnostisizm hem bir terim , hem de felsefi kavram olarak Thomas Huxley tarafından ortaya atıldı. Huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur  ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.
* Hristiyanlık inancına göre Stigmata denen bu yaralar Hz.İsa'nın çarmıha gerilirken
vücudunda açılan yaraları temsil etmektedir.
Devr-i dalâlet
Sine-i Millet
Birileri, bu devri “gaflet, dalâlet ve hıyanet” devri olarak adlandırıp, milleti galeyana getirerek, ülkeyi “bütün orduları terhis edilmiş, tersanelerine girilmiş, memleket bilfiil işgal edilmiş…” olarak gösterme gafletinde bulunabilir…
Millet iradesinin bir ifadesi ve demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan parlamentoyu da meşru saymayabilir…
Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni “Cumhurbaşkanı seçme” yetisine sahip olmadığı gerekçesiyle, protesto da edebilir…
“İrtica geliyor” diye avaz avaz bağırabilir, bir kaşık suda fırtına yaratabilir…
Tüm bu kurguları Cumhuriyetin temel simgeleri ile süsleyerek, milleti tam ortadan ikiye bölerek karşı karşıya getirebilir…
Ve nihayetinde tek bir söz ile eylemi başlatabilirler…
“Sine-i Millet”
***
Bakınız bu eylemi Mümtaz’er Türköne nasıl yorumluyor:
“Yeni Ulusalcıların tahrikleriyle başlayan "sine-i millet" tartışmaları, gerçekte devletin derinlerinde bulunduğu varsayılan hassasiyetleri hedef alıyor. Muhalefet milletvekillerinin Meclis çalışmalarını boykot etmeleri anlamına gelen "sine-i millet" sözü, siyaset kurumunun muhalefet ayağının iflas etmesi ve er meydanının zinde güçlere terk edilmesi demek. Böylelikle "sine-i millet"ten dem vuranlar, aslında "sine-i devlet"e yönelmiş oluyorlar.”
Devlet Bahçeli de; Ukrayna'da, Gürcistan'da, Kırgızistan'da vuku bulan iktidar değişikliklerinin, halk ayaklanması modeli ile gerçekleştiğini; bu iktidar değişikliklerinin yabancı merkezlerce planlandığını ve "sine-i millet"ten çıktığı izlenimi verildiğini söylüyor.
CHP "demokrasi" ile "sine-i devlet" arasında bir tercih yapıyor. CHP mütereddit, ama yine de demokrasiden yana tavır alıyor.
Baykal, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin "Sine-i millete dönülerek AKP Meclis’te yalnızlaştırılmamalı" görüşüne destek verdiğini açıklıyor: "En karışık konular dahi akıllı değerlendirmelerle çözülür. Demirel’den Bahçeli’ye kadar süreci doğru okuyan pek çok önemli isim, sine-i millet olasılığının gerçekçi olmadığını görmüş durumda" diyor.
***
Kime aitti “sine-i millet”e dönme fikri?
Murat Yetkin’e göre “sine-i millet tartışması CHP'den kaynaklanmadı. El altından körükleyenler arasında birkaç CHP milletvekilinin adı geçmesi, bu durumu değiştirmez. Sine-i millet tartışmasını başlatıp körükleyenlerin daha çok Meclis dışından olduğu, Arınç'ın da saptadığı gibi, doğrudur. Ancak bunlar arasında MHP'nin, en azından yönetiminin olduğunu söylemek de doğru değil.”
O halde kim bu meclis dışındakiler?
Neyi amaçlıyorlar?
Yanıtı Türköne’ye bırakalım:
“Statükodan çıkar sağlayanlar, seçimle gelenlerin temsil ettiği değişim talebine karşı, dokunulmaz gibi görünen devletin saçakları altında kendilerine bir yer bularak, değişimin rüzgârına direnmeye çalışıyorlar. "Sine-i millet", yani gerçekte "sine-i devlet" çağrısı, devlet içine çöreklenen bu iktidarın çıkarlarını savunmak ve sürdürmeye çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor.”
***
Şimdi her şey durulmuş görünüyor. Sonuçta bu ülke Cumhurbaşkanını seçecek. Hem de bu meclis eliyle… Bir zamanlar ‘takunyalı’ denilerek Cumhurbaşkanlığı tartışılan Rahmetli Turgut Özal’ı hatırlayınız…
Ne demişti?
 “Alışırsınız, alışırsınız…”
Alışılmayan bir durum var oysaki: “mevcut seçim yasası”
Seçim barajları kalkmadan yapılacak her seçim aynı tartışmayı yine gündeme getirecek, meşruluk tartışmaları hep sürüp gidecek…
Diyelim ki erken seçim yaptık, meclis aritmetiği pek de değişmedi, Cumhurbaşkanı seçmeyip, “Devr-i dalâlet” deyip, ara rejime mi geçeceğiz?

O halde iki düşünüp bir söyleyelim…
HANGİ GRUP ÇOĞUNLUKTA?
Abraham Moslow’un ‘İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi’ne göre; insan ihtiyaçları beş ana grupta toplanabilir.
Birinci grup en alt düzeydeki ve en ilkel ihtiyaçları karşılamakta; beşinci grup ise en yüksek düzeydeki ihtiyaçları kapsamaktadır.
Bu ihtiyaçların oluşturduğu hiyerarşi şöyledir;
1- Fizyolojik ihtiyaçlar: Yemek, su, uyku
2- Güvenlik ihtiyaçları: Can ve iş güvenliği, tehlikelerden koruma
3- Sosyal ihtiyaçlar: Gruba mensup olma, kabul edilme, dostluk
4- Saygınlık İhtiyacı: Tanınma ve prestij kazanma, kendine güven duyma
5-Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı: Sahip olma, potansiyelini geliştirme, yaratıcılık.
6- Bilişsel anlayış ihtiyacı: Kendini ve dış dünyayı anlama
***
Moslow’a göre kişi öncelikle en alt düzeydeki ihtiyaçlarını tatmin etmek durumunda... Yani en alt seviyedeki ihtiyaçları tatmin edilmemiş birini daha üst gruplardaki ihtiyaçlarını tatmin ederek motive etmek mümkün değil.
Tatmin edilen her ihtiyaç grubu, davranışları etkileme özelliğini kaybedecek ve daha üst düzeydeki ihtiyaçlar kişinin davranışlarını etkilemeye başlayacaktır.
Eğer astlar daha fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayamamışsa, onların ‘kendini gösterme’ ihtiyacı veya kendini tanımlama ihtiyacını hedef seçmek ve onu kullanarak motive etmeye çalışmak çok fazla anlamlı olmayacaktır.
***
Charlotte Towie de insanın gelişmesini etkileyen faktörlere bağlı ihtiyaçları benzer şekilde sıralar;
1-  Fiziksel refah: Yemek, sığınma, bakım
2-  Duygusal ve entelektüel gelişme fırsatı
3-  Diğerleri ile ilişki kurma
4-  Manevi ihtiyaçların karşılanması    
Towle'a göre ihtiyaç bireyin yaşına ve yaşam biçimine göre farklılık gösterir.
Ancak her iki görüş birbirini destekler nitelikte…
Bu listede de bir önceki ihtiyaç karşılanmadan daha sonrakine geçilemez.
***
Bu teoriler ışığında, ülkemizdeki insan profilini sorgulayalım:
Nüfusun kaçta kaçı fizyolojik ihtiyaçlar seviyesinde?
Kaçta kaçı güvenlik ihtiyaçları basamağında?
Yine nüfusun kaçta kaçı sosyal ihtiyaçlarını karşılar durumda ve bu sosyal ihtiyaçları için nasıl bir grup içinde olmayı istemekte?
Hemen herkesin, “Tamam artık, diğerlerini sorgulamaya gerek yok.” Diye düşündüğünü az çok kestirebiliyorum.
Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz olduğu, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, şiddetin, fuhuşun, çeteleşmenin yaygınlaştığı, yönetenlerin yönetemediği bir ülkede, ihtiyaçlar sıralamasının üst basamaklarına, nüfusun kaçta kaçı çıkabilir ki?
Oysaki bir ülkenin az-çok gelişmişliği, nüfusun en az üçte birlik bir kısmının, bu ihtiyaçlar sıralamasının üst basamaklarında olması ile ölçülür.
Ya biz, bizim ülkemiz?
İşte öylesine…
“Türküz türkü çığırırız”
Gerisinden bize ne?
 


Bir arpa boyu yol
Toplumların hayatında öyle yüz yılın, iki yüz yılın, hatta üç yüz yılın pek de o kadar büyük bir süre olmadığını, günümüzde insanlığın yaşadıkları gösteriyor bizlere.
İnsanoğlu aya ayak bastı, dev teknolojiler atakta, görüntülü iletişim, karıncalar bile gözlem altında… Dünyanın her tarafı bir “tık” uzaklıkta: kent, sokak, bina… Her şey karşınızda…
Robotlar aracılığıyla yapılan imalat, işgücünü hizmet sektörüne doğru kaydırarak, yeni istihdam olanakları sunmakta. Dünyada her şey altüst olurken, yeni duruma uyum sağlamak, tüm ideolojileri çatırdatmakta…
İş çok, işsizlik çok…
Dünyanın bir yarısı obezlikten, diğer bir yarısı açlıktan kırılmakta…
İnsanoğlu tombullaşırken, “O” beden prototiplerle yeni pazarlar oluşmakta…
Akıl almaz icatlara her gün yenileri eklenirken, teknolojiyi üreten devletlerle, tüketen devletler arasındaki uçurum, yaşamın her alanında biraz daha derinleşmekte; mal ve can derdi pazarı giderek kalın hatlarla ayrışmakta…
***
Saymakla bitirilmeyecek farklılıklardan bazıları, böylece sıralanabilir…
İşte tüm bu akıl almaz icatların, insanlığı ne kadar geliştirdiğini, düşünce sistemini nasıl değiştirdiğini, insanın, beyninin daha fazla bölümünü kullanmaya başladığı sonucunu getirdiğini söyleyebilmeyi çok isterdim…
Ancak bunca ilerleme(!), ne yazık ki insanın beyinsel faaliyetlerinin ilerlemesi ile doğru orantılı olarak gelişmiyor…
Dinin otoritesini sarsarak, mülkiyetin kilisenin elinden alınmış olması, milliyet kavramının zaferini kalıcı kılmıyor…
Fransız devrimini hazırlayan koşulları da işin içine katarak; hazırlanış için bir 150 yıl versek, devrim yılları ve bu güne değin geçen zaman dilimini alt alta yazıp toplasak; 1600”lü yıllardan bugüne değin geçen süre, tamı tamına 406 yıl ediyor…
Dile kolay…
Ortalama insanın ömrünün 70 yıl olduğunu varsayarsak, bir insan, yaklaşık 6 kez dünyaya gelmiş oluyor… Her dünyaya gelişinde, biriktirdiği yaşam bilgisi ile hayata başlasa; beyninin % 100’ü dolu olur…
Peki ya toplumlar?
Neden biriktirmezler ya da biriktirdiklerini neden transfer etmezler?
Bunun yanıtı elbette ki politiktir; yani başka bir dünya mümkün mü sorusuna verilecek yanıt, temel politik duruş ile ilgilidir. Ancak yazımın konusu içinde olmadığı için bu konuya değinmeyeceğim.
***
406 yıldan bu yana Din ve Milliyet kavramı savaş halinde… Gezegende, henüz tüketilememiş din kavramı da başat, milliyet kavramı da…
Hala, insanlık bunca teknolojiye rağmen, din uğruna savaşlar yapmakta, milliyet adına katliamlara imza atmakta…
En gelişmiş sayılan toplumlardan tutun da en gelişmemiş olanına kadar, kendisinin inşa ettiği ibadethanelerde, yine kendisinin koyduğu simgeler önünde tapınmakta…
Gördükleri için değil, görmedikleri uğruna savaşmakta…
Gezegeni ikiye bölen karikatür krizi, insanlığın dönüp dolaşıp geldiği durağın, aslında 406 yıl önceki durak olduğunu; milliyet kavgalarının değil hala din savaşlarının ne kadar güncel olduğunu hatırlatmakta…
406 yıl…
Dile kolay!
Döndü dolaştı yine aynı yere geldi insanlık!
Hani derler ya; “bir arpa boyu yol almak”

Lafın özü 406 yılda alınan yol bu olsa gerek!